HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ — TARİHÇE VE RADAR GÜDÜMLÜ SİSTEMLER
Uçak teknolojisinin icat edildiği ve muharebe sahalarında hava gücünün belirleyici rol oynadığı 20. yüzyılın başlarından itibaren hava savunma sistemleri, muharebe sahalarının vazgeçilmezi olmuştur. İlk modern hava savunma sistemlerinin ortaya çıkmaya başladığı 2. Dünya Savaşı yıllarından bu yana muharebe sahalarında hız ve çevikliğin ön plana çıkması ile birlikte hava savunma sistemleri de hafif, kompakt ve kullanımı kolay bir hal almıştır. Ancak “hudut namustur” şiarı, bu “hudut” kavramına hava hududunun da dahil olması ve bu sebeple hava savunma teknolojilerinin askeri stratejilerde vazgeçilmez bir güç çarpanı olduğu da tarih boyunca, asla değişmez bir gerçek olarak kalmıştır.
Şimdi dilerseniz, hava savunma sistemleri yazı serimizin ilk makalesi olarak hava savunma sistemlerinin tarihçesini, amacını, kullanım prensibini ve türlerini kısaca tanımaya başlayalım.
HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ
Hava savunma sistemleri, genellikle belirli bir alan içerisindeki düşman hava faaliyetlerini engellemek ve düşman tarafın hava üstünlüğünü sağlamasına engel olmak amacıyla caydırıcı faktör olarak görev yapmak üzere geliştirilmiş mekanik, elektromekanik veya elektrohidromekanik sistemlerdir. Hedefi takip etme özelliğine göre güdümlü (hedefi takip eden) ya da güdümsüz (hedefi takip etmeyen) sistemler olacağı gibi bu sistemler füze, otomatik top (Anti-Aircraft Machine Gun/Autocannon) veya uçaksavar topu (Anti-Aircraft Artillery, AAA) olarak muharebe sahalarında yer alabilmektedir.
Hava savunma sistemleri, uçak teknolojisinin ortaya çıktığı ilk yıllardan itibaren uçak teknolojisiyle paralel olacak şekilde ilerleme kaydetmiştir. Teknoloji geliştikçe hava savunma doktrinleri ve bu doktrinlere uygun sistemlerin çalışma prensipleri de gelişmiş, bu nedenle de hava savunma sistemleri çok çeşitli varyasyonlarla muharebe sahalarında yer almıştır.
Yazı serimizin bu makalesinde, hava savunma teknolojilerinin ortaya çıkışından bahsederek yazı dizimizin sonraki makaleleri için bir başlangıç yapacağız.
EMEKLEME ÇAĞI — ERKEN DÖNEM HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ (1861–1945)
Hava savunması amacıyla kullanılan ilk sistemler, 1. Dünya Savaşı’ndan önce ve ağırlıklı olarak keşif ve gözetleme balonlarına karşı kullanılmıştır. Bu dönemde hava unsurları çok yüksek hızlara ulaşamadığı ve bugüne göre çok düşük irtifalarda seyrettikleri için bu dönemde hava savunması amacıyla bugünkü anlamıyla karmaşık sistemler yerine orta kalibreli mühimmatlar kullanan toplar, ağır makineli tüfekler ve hatta sıradan piyade tüfekleri kullanılarak hava savunma ihtiyacı giderilmiştir.
Uçağın icadı 1903 yılında gerçekleşse de hava savunmasının ilk örnekleri 1861 yılında başlayan Amerikan İç Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Bu dönemde Birleşik Devletler, Konfederasyon ordusuna karşı balonlarla savaşmayı tasarlamış; bu amaçla balonları havadan top atışı, sabotaj ve tüfek atışı yapabilmek amaçlarıyla kullanmaya çalışmıştır. Bu amaç doğrultusunda “Birleşik Devletler Ordusu Balon Birlikleri” (United States Army’s Balloon Corps) kurulmuş ancak balon kullanımı başarısız olunca bu askeri birlik de savaş bitmeden dağıtılmıştır. Aynı şekilde Konfederasyon ordusu da balon kullanmayı denemiş ancak başarısız olmuştur. Her iki taraf da başarısız olsa da bu durum, tarihte ilk kez devletlerin hava savunma gereksiniminin oluşmasına öncü olmuştur.
1903'te Wright Kardeşler’in uçağı icadından sonra hava hedeflerinin daha yüksek hareket ve manevra kabiliyeti kazanmasıyla beraber, hava savunma gereksinimi çok daha önem kazanmıştır. Gerçek anlamıyla “hava savunma” faaliyeti ise tarihte ilk kez 1911–12 Türk-İtalyan Savaşı’nda (Trablusgarp Savaşı) görülmüştür. Tarihteki ilk keşif uçuşunun ve ilk havadan karaya saldırının görüldüğü bu savaşta hava savunma silahı olmayan Türk askerleri ise bir uçağı tüfekle düşürmeyi başarmışlardır.
1930'lu yıllara gelindiğinde uçak teknolojisi, 1. Dünya Savaşı dönemine kıyasla oldukça ilerlemiştir. Bu ilerlemenin bir sonucu olarak ise uçaklar daha yüksek irtifalarda uçarak daha efektif ateş gücüne sahip olmuştur. Dolayısıyla yüksek irtifalarda ve yüksek hızlarla uçan hedeflere karşı etkili olabilmek amacıyla yeni uçaksavar sistemleri geliştirilmiştir.
Hava çatışmalarının yüksek irtifalara taşınması üzerine ortaya çıkan yüksek irtifa hava savunma ihtiyacına ilk cevaplardan biri Almanya’dan gelmiştir. Bunun sonucu olarak da ilk dönem orta-yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin örneği olan ve ateş gücüyle tüm dünyada kötü şöhrete sahip olan Flugabwehrkanone (kısaca “Flak”) hava savunma top silahları ortaya çıkmıştır. Flak serisi uçaksavar toplarının ilk versiyonu olan ve 1. Dünya Savaşı’nın son yıllarında kısıtlı üretimine başlanan Flak 16 başta çok efektif bulunmasa da, Versailles Antlaşması sonucu ağır silahlardan yoksun bırakılıp bütün savunma gücü elinden alınan Almanya’da, 3. Reich döneminde antlaşmanın yok sayılmasıyla birlikte yeniden başlayan silahlanma hamlesi sonucunda üretimine başlanan sonraki Flak versiyonlarının 2. Dünya Savaşı’nda kullanılması, dünya tarihine geçecek meşhur bir uçaksavar serisinin başlangıcını oluşturmuştur.
Savaşın başlarında Flak silahları atış gücü ve düşman üzerinde bıraktığı tesir sebebiyle Alman ordusunun birincil alçak-orta-yüksek irtifa hava savunma ve direkt atış gücünü oluşturmuştur. Bununla birlikte Flak silahları, özellikle yoğun cephe saldırılarında topçu desteğinin sağlanamadığı durumlarda piyade, zırhlı araç ve özellikle de tanklara karşı kullanılınca ortaya çıkan ateş gücü ve caydırıcılığı sebebiyle Alman askerlerini, komuta kademesini ve mühendisleri oldukça etkilemiş; Flak silahları uçaksavar olarak kullanılmasının yanı sıra tanksavar olarak da sıklıkla kullanılmış ve Alman mühendisler, 1942 yılında geliştirip cepheye sürdükleri meşhur Tiger (Kaplan) ve 1943'te cepheye sürülen Panther (Panter) tanklarında da ünlü “seksensekizlik” Flak silahlarını ana tank topu olarak kullanmışlardır.
Her ne kadar ünlü “seksensekizlik” Flak silahları ateş gücü ve caydırıcılık konusunda etkileyici bir üstünlüğe sahip olsa da, konu hava savunmasına geldiğinde bir hedef için çok fazla mühimmat harcadıkları görülmüştür. Savaşın sonlarına doğru Berlin, Hamburg, Dresden gibi sivillerin yaşadığı önemli ve büyük Alman şehirlerine yoğunlaşan Müttefik bombardımanlarından şehirleri daha etkili koruyabilmek için Almanlar her ne kadar Flakturm (çoğulu Flaktürme) adını verdikleri Flak kuleleri, erken uyarı radarları ve Flaklar için ateş kontrol sistemleri geliştirmiş olsalar da, yaşanan mühimmat sıkıntısı Almanları daha etkili ve verimli, yenilikçi sistemler tasarlamaya itmiştir.
Almanların daha yenilikçi ve verimli hava savunma sistemi arayışları, dünyanın ilk karadan havaya (Surface-to-Air) füze sistemleri olan Wasserfall’ın ve Rheintochter’in ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tam adı “Wasserfall Ferngelenkte FlaRakete” (Wasserfall (Şelale) Uzaktan Kumandalı/TV Güdümlü Uçaksavar Roketi) olan Wasserfall ve adını Richard Wagner’in “Der Ring des Nibelungen” (Nibelung Yüzüğü) adlı opera serisindeki “Ren Kızları”ndan (Rheintochter) alan Rheintochter hava savunma sistemleri radyo güdümlüydü ve fırlatıcıdan atıldıktan sonra yerdeki bir radyo operatörü tarafından füze hedefe yönlendiriliyordu (MCLOS — Manual Command Line of Sight). Wasserfall’ın ve Rheintochter’in güdüm mekanizmasının geliştirilmesinde, DVL (Deutsche Versuchsanstalt für Luftfahrt, şimdiki adı Alman Uzay ve Havacılık Merkezi — DLR)’de çalışan Alman mühendis Max Kramer tarafından geliştirilen ve 1943–1944 yılları arasında kullanılan dünyanın ilk hassas güdümlü akıllı süzülme bombası (precision-guided glide bomb) radyo güdümlü Fritz-X’in ve Avusturyalı bilim insanı Herbert Alois Wagner tarafından geliştirilen Henschel Hs 293 radyo güdümlü gemisavar füzesinin önemli payı vardır. Wasserfall ve Rheintochter hava savunma sistemlerinin güdüm mekanizmasında, Fritz-X ve Hs 293'lerde kullanılan Kehl-Strasbourg radyo kontrol link sisteminin gelişmiş versiyonu kullanılmıştır.
Almanların Wasserfall ve Rheintochter projeleri her ne kadar dünyada bir ilkin öncüsü olsalar da ne Wasserfall ne de Rheintochter cephede kullanılamamış, iki hava savunma sistemi de hizmete giremeden Almanya 8 Mayıs 1945'te (Moskova saat dilimine göre 9 Mayıs’ta) Sovyetler Birliği’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş ve Avrupa’da savaş sona ermiştir. Günümüzde, Almanya’nın teslim olduğu gün (9 Mayıs) Rusya ve diğer Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde “Zafer Günü”(День Победы — Den’ Pobedi) olarak kutlanmaktadır.
SOĞUK SAVAŞ YILLARI (1945–1991)
2. Dünya Savaşı’nın bitişi, Müttefik ülkeler için sadece savaşta kazanılan bir savaş olmakla kalmamış, aynı zamanda bilim ve teknolojide de kazanılan bir “zafer” olmuştur. Savaş ve soykırım suçlarına karışan pek çok Alman asker, diplomat ve bilim insanı Nüremberg Mahkemeleri’nde yargılanıp önemli bir kısmı idam edilirken savaş suçlarına karıştığı tespit edilmeyen veya edilemeyen bazı Alman bilim insanları ve onların projeleri de Müttefik ülkeler tarafından adeta paylaşılmıştır. Hatta savaş ve soykırım suçlarına bulaştığı bilinen ancak müttefikler açısından stratejik öneme sahip bazı Alman bilim insanlarının ABD’ye getirilebilmesi için savaştan sonra yapılan detaylı sicil kontrolü sırasında, suç unsuru sayılabilecek kanıtların Amerikan istihbarat birimleri tarafından evraklardan silinerek aslında Nüremberg’de yargılanması gereken bu kişilerin kasıtlı olarak aklandığı da bilinmektedir (bkz. Paperclip Harekatı ve OSOAVIAKHIM Operasyonu).
Müttefik ülkelerin yaptığı bu büyük çaplı teknoloji transferi sırasında taşınan Alman teknolojilerinden Wasserfall ve Rheintochter hava savunma sistemleri de, yeni nesil Sovyet, İngiliz ve Amerikan hava savunma sistemleri için önemli birer teknik referans kaynağı olmuştur.
2. Dünya Savaşı yıllarında Almanlar füze sistemlerinde radyo güdüm teknolojisi ve manuel operatör kontrolü (MCLOS) tekniği kullanırken aynı yıllarda İngiltere’de ve ABD’de radar teknolojisinin ilk örneklerinin geliştirilmeye başlaması, müttefik ülkeleri radyo güdüm (TV Guidance) teknolojisine alternatif olarak radar güdümü (Radar Guidance) üzerinde çalışmaya itmiştir. Bu sebeple, savaştan sonra ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen yeni hava savunma sistemi füze tasarımlarında her ne kadar Wasserfall ve Rheintochter referans alınsa da güdüm teknolojisi olarak radyo (TV) güdümü terk edilip radar güdümü tercih edilmiştir. Böylece füzeler hedefe gönderilen ve hedeften yansıyan radar dalgalarını takip ederek hedefe ulaşma prensibine göre çalıştığından dolayı sürekli operatör kontrolü, yani operatörün füzeyi sürekli hedefe yönlendirme zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Bu durum, hava savunma sistemlerinde görevli operatörlerin iş yükünü önemli ölçüde azaltarak daha isabetli atışlara olanak sağlamıştır.
S-25 Berkut hava savunma sistemi, dünyanın ilk operasyonel hava savunma sistemi olarak kabul edilir. Tasarım olarak Wasserfall hava savunma sistemlerinden miras alan S-25, 2 radar sisteminden oluşur. Bu radar sistemlerinden ilki olan ve VNIIRT (Tüm Rusya Radyo Mühendislik Bilimsel Araştırma Enstitüsü/Всероссийский НИИ Радиотехники) tarafından tasarlanan E/F-Band R-113 (A-100)“Kama” radarı, 300 kilometreye kadar hedef tespiti yapabilmektedir. R-113 Kama radarları, sistemin diğer radarı olan ve hedef takip ve angajman (saldırı) radarı olan E/F-Band B-200 (Amerikan istihbaratı tarafından belirlenen ismiyle “Yo-Yo” radarı) radarı için destek sağlar.
B-200 “Yo-Yo” radarları, kendilerine özgün üçgensel yüzeyleriyle ayırt edilebilirler. B-200'ler A-11 ve A-12 olmak üzere birbirine paralel iki antenden oluşur. Birinci anten hedefi takip ederken (track), diğer anten ise füzenin hedefe ulaşması için güdüm linki sağlar (guidance link). Bir anten azimut (ufuksal, yatay) tarama, diğer anten ise dikey (elevation) tarama gerçekleştirir.
S-25 hava savunma sistemlerini Wasserfall’dan ayıran en büyük özellik, füzenin kendi bünyesinde otopilot ve radar sistemine (güdüm bilgisayarına) sahip olması ve atıldıktan sonra füzenin hedefine otomatik olarak yönelebilmesidir. Ancak bu özelliğine alternatif olarak Wasserfall’daki gibi bir “manuel kontrol” (MCLOS) sistemi de mevcuttur.
S-25 hava savunma sistemleri, 1955'ten 1982 yılına kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başkenti Moskova’nın hava savunması amacıyla birincil hava savunma sistemi olarak kullanılmıştır. Asıl amacı olası bir sıcak savaş durumunda NATO güçlerine ait uzun menzil bombardıman ve keşif uçaklarını önlemek olan S-25 hava savunma sistemleri 1982 yılında yerini, daha gelişmiş olan S-300P hava savunma sistemlerine bırakmıştır.
S-25 hava savunma sistemlerinin sabit konumlu olması, onun kullanımını kısıtlamaktadır. Bu nedenle Sovyetler Birliği Hava Savunma Kuvvetleri (PVO), S-25'lerle aynı teknik kapasitede ancak mobilize bir hava savunma sistemine ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç sonucunda da S-75 Dvina (NATO Rapor Adı: SA-2 Guideline) hava savunma sistemleri ortaya çıkmıştır. S-75'lerin pek çok ülkeye ihraç edilmesine ve günümüzde 17 farklı ülke tarafından halen aktif olarak kullanılmasına karşın S-25'ler Kuzey Kore dışında hiçbir ülkeye ihraç edilmemiştir ve aktif olarak sadece Sovyet hava sahasının korunmasında kullanılmıştır. Günümüzde S-25'ler Rus Hava Kuvvetleri’nde mevcut modern hava savunma sistemlerinin personelinin eğitimi ve tatbikatlar için “Strizh” (S-25M) hedef dronu olarak kullanılmaktadır.
S-25 sistemlerinin mobilite eksikliği sebebiyle Raspletin KB-1 (Günümüzdeki adı NPO Almaz), Grushin MKB Fakel ve OKB-301 Lavochkin tasarım büroları tarafından ortak geliştirilen S-75 “Dvina” hava savunma sistemlerinin S-25'lere kıyasla en büyük avantajı, sistem bileşenlerinin taşıyıcı araçlar (özel amaçlı kamyonlar ve çekiciler) vasıtasıyla gerek görülen veya ihtiyaç duyulan yerlere taşınabilmesidir. Bu avantaj Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri (PVO)’ne daha kapsamlı ve etkili hava savunma faaliyetleri gerçekleştirmesi için imkan sağlamaktadır.
2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD öncülüğündeki Batı Bloğu (NATO) ile Sovyetler Birliği öncülüğündeki Doğu Bloğu (Varşova Paktı) arasında başlayan hızlı silahlanma yarışı, her iki tarafı da karşılıklı olarak silah üretmeye ve askeri harcamalara daha fazla kaynak ayırmaya zorlamaktaydı. Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin savaştan sonra Doğu Avrupa’yı ve Balkanlar’ı bütünüyle etki alanı altına alması, ABD‘nin henüz kendi ideolojik etki alanı içinde bulunan Batı Avrupa’yı olası bir sıcak savaşta Sovyet saldırılarına karşı savunabilmek için uzun menzilli silah sistemleri geliştirmeye itmiştir. Bu sebeple 1950'li yıllarda ABD’nin geliştirdiği Boeing B-47 Stratojet ve B-52 Stratofortress gibi yeni nesil uzun menzilli stratejik bombardıman uçakları ve Kore Savaşı’nda yaşanan tecrübeler sonucunda Sovyetler Birliği, olası bir sıcak çatışmada etki alanı altındaki şehirleri ve stratejik öneme sahip askeri ve sivil tesisleri korumak için daha pratik ve etkili hava savunma sistemleri arayışına girmiştir. S-75 sistemleri de, tam olarak böyle bir arayışın sonucudur.
bir S-75 hava savunma sistemi bataryası; füze taşıyıcısı/doldurucusu (Transportno-Zaryazhayuzhaya Mashina — missile transloader), füze fırlatma istasyonu (Puskovaya Ustanovka — missile launch station), SNR-75 (NATO Rapor Adı: Fan Song) tarama/angajman (tracking/engagement) radarı, P-12 (NATO Rapor Adı: Spoon Rest) arama (search) radarı ve özel amaçlı kamyonlardan oluşan komuta istasyonu (Kabıni Upravleniya — command cabins/stations), jeneratör ve batarya komunikasyon sistemlerinin bulunduğu bir adet özel amaçlı kamyon olmak üzere toplamda 7 farklı üniteden oluşur. Bütün bu üniteler mobilizedir, istenildiği takdirde bir noktadan başka bir noktaya taşınabilir ve her bir ünite, isabet aldığında çıkan yangının ve patlamaların diğer ünitelere zarar vermemesi için özel olarak kazılmış toprak siperlerin içinde, belirli bir layoutta ve birbirlerinden yaklaşık 20–30 metre uzaklıklarda bulunur.
2. Dünya Savaşı, özellikle Pasifik Cephesi’nde uçak gemilerinin yaygın olarak kullanılması sebebiyle donanma havacılığının önemli bir güç çarpanı olduğunun anlaşıldığı bir savaş olmuştur. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanan savaş gemilerinde, yüksek irtifada uçan hedefleri de vurabilecek sistemlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaçtan yola çıkılarak Sovyet Donanması için S-75 sistemlerinin donanma versiyonu olan M-2 Volkhov-M (NATO Rapor Adı: SA-N-2 Guideline) hava savunma sistemi geliştirilerek Sovyet donanmasında hizmet veren Project 68bis (Sverdlov Sınıfı) kruvazörlere entegre edilmiştir.
S-75 hava savunma sistemleri, yakın tarihte pek çok önemli olaylarda kullanılmıştır. Sistemin ilk operasyonel başarısı, 7 Ekim 1959'da Çin Halk Cumhuriyeti envanterindeki Sovyet yapımı bir S-75 hava savunma sisteminin Tayvan Hava Kuvvetleri’ne ait 5643 kuyruk numaralı bir Martin RB-57D Canberra yüksek irtifa keşif uçağını 3 füze salvosu ile vurmasıyla gerçekleşmiştir. Uçağın pilotu Yüzbaşı Ying-Chin Wang bu saldırıda hayatını kaybetmiştir. Ancak o dönemde S-75 sistemlerinin varlığı henüz gizli tutulduğu için Wang’ın uçağını Çin Halk Cumhuriyeti Hava Kuvvetleri’ne ait bir avcı uçağının düşürdüğü açıklanmıştır.
S-75 füzelerinin varlığının ilk kez bütün dünya tarafından öğrenilmesi ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait bir Lockheed U-2 tipi yüksek irtifa keşif uçağının Sovyet Hava Sahası üzerinde düşürülmesi ile gerçekleşmiştir. Tarihe “U-2 Krizi” olarak geçen bu olayda, 1 Mayıs 1960 tarihinde Pakistan’ın Peşaver şehrinden havalanan CIA hizmetindeki bir Lockheed U-2 tipi Amerikan casus uçağı, Sverdlovsk (günümüzdeki adıyla Yekaterinburg) şehri yakınlarında Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri’ne ait bir S-75 bataryasından fırlatılan 3 füzenin ilki ile düşürülmüştür. Normalde, CIA tarafından bu görev için seçilen pilotlara, vurulmaları halinde, uçağın içine yerleştirilmiş bir patlayıcıyı kokpitteki bir buton vasıtasıyla ateşleyerek uçağı yere düşmeden imha etmeleri gerektiği ve eğer sağ kurtulup paraşütle atlarlarsa yerde Sovyet askerlerinin eline geçmeden önce, yanlarında bulunan modifiyeli gümüş madeni para içine gizlenmiş saxitoksin iğnesi ile kendilerini zehirleyerek intihar etmeleri söylenmiştir. Ancak düşürülen U-2'nin pilotu Francis Gary Powers fırlatma koltuğu ile uçağı terk etmiş, panikle uçağı terk ederken de uyması gereken prosedürleri atlayarak uçağı imha etmeyi unutmuştur. Paraşütle yere indiğinde de intihar etmemiş veya edememiş, yakınlarda yaşayan köylüler tarafından bulunarak Sovyet askerlerine teslim edilmiştir. Diğer iki füzeden biri de, o sırada gökyüzünde bulunan ve U-2'yi önlemek üzere görevlendirilen Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri’ne ait bir MiG-19'a isabet etmiştir. MiG-19'un pilotu Sergey Safronov uçağı fırlatma koltuğuyla terk etmiş, ancak aldığı yaralar sebebiyle yere indikten sonra hayatını kaybetmiştir.
Düşürülen U-2 uçağı, CIA tarafından Baykonur ve Plasetsk Kozmodromu çevresindeki Sovyet Kıtalararası Balistik Füze (ICBM) üslerini fotoğraflamak için görevlendirilmişti. “Grand Slam” adı verilen ve tamamen gizli olan bu operasyon, U-2 uçağının düşürülmesi ile deşifre olmuştur. Ayrıca, uçağın enkazının düştükten sonra fazla bozulmamış olması ve çekilen hava keşif fotoğraflarının Sovyet yetkililerin eline geçmesi hem Amerikalıların bu keşif uçuşundaki asıl amacı ortaya çıkarmış, hem de Sovyet mühendisler için gizli bir Amerikan casus uçağı üzerinde teknik inceleme ve tersine mühendislik imkanı sağlamıştır.
Olaydan sonra uçağın kaybolduğunu anlayan yetkililer, “Sovyet toprakları üzerinde uçan bir Amerikan casus uçağının” açıkça saldırganlık olduğunu bildikleri için olayın üstünü kapatmak amacıyla, “kaybolan” U-2 uçağının “NASA’ya ait bir meteoroloji uçağı” olduğunu içeren “NASA planı”nı uygulamaya geçirmiştir. Bu kapsamda NASA, Türkiye’nin kuzeyinde bir uçağının kaybolduğuna dair detaylı bir basın toplantısı vermiştir. Bu iddiayı desteklemek içinse bir adet U-2 uçağını NASA renklerine boyayarak fotoğrafını çekip basına servis etmişlerdir. Pilotun ise oksijen eksikliğinden bilincinin kaybolduğunu ve bilinci kapanmadan önce telsizle yardım mesajı gönderdiğini iddia etmişlerdir.
Bu sırada Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ise bütün iddiaları sabırla seyretmektedir. Amacı, Amerikan tarafının yalanlarını pekiştirmesini bekledikten sonra U-2'nin enkazını, pilotun ellerinde olduğu gerçeğini ve uçağın Sovyet hava sahasında asıl bulunma sebebini tüm dünyayla paylaşarak ABD’yi ve Eisenhower hükümetini uluslarası diplomasi ortamında zor durumda bırakmaktır. Bunun için Kruşçev, Eisenhower’a bir politik tuzak kurmaya karar verir. Sovyet yetkililer, Amerikalıların NASA yalanını duyduktan sonra ilk olarak uçağın enkazının ellerinde olduğuna dair bilgiyi açıklarlar ancak pilotun durumu ile ilgili herhangi bir bilgi vermezler. Bu açıklama üzerine Amerikalılar uçağın otopilotta olduğunu, pilotun bilincinin kapandıktan sonra uçağın Sovyet hava sahasına girdiğini ve orada düştüğünü açıklarlar. Ancak bu detaylı yalanda kritik bir eksik vardır, o da Amerikalıların, operasyon için seçilen pilotlara CIA’in brifinglerde öğrettiği gibi, Powers’in esir düşmeden önce ya intihar ettiğini ya da uçaktan atlayamadan öldüğünü sanmalarıdır. Amerikalılar, pilotun yaşadığına ihtimal vermemektedir.
7 Mayıs’ta Kruşçev, bir basın toplantısında şu açıklamayı yapar:
“Size bir sır vermek zorundayım: İlk basın açıklamamda, pilotun yaşadığına ve sağlıklı olduğuna dair hiçbir bilgi paylaşmadım… Şimdi, Amerikalıların ne kadar aptalca yalanlar söylediklerine bir bakın.”
Kruşçev, bu açıklamasıyla aslında, en başından U-2 uçuşlarına Amerikalı pilotların katılmasının çok büyük risk olduğunu düşünüp operasyon tehlikeye düştüğünde faaliyetlerin reddedilebilir olması açısından operasyona İngiliz pilotların katılması gerektiğini savunan Eisenhower’dan çok, Grand Slam operasyonunun ve 1953 İran darbesinin, 1954 Guatemala darbesinin; beyin yıkama, işkence, hipnoz, sözlü ve fiziksel taciz, tecavüz ve yasadışı narkotik kimyasalların sorgu tekniklerinde kullanımı üzerine illegal ve etik dışı insan deneylerini içeren MKUltra programının ve ayrıca Doğu Bloku’na yönelik diğer pek çok etik dışı gizli operasyonun da arkasındaki isim olan dönemin CIA direktörü Allen Dulles’i hedef almıştır. Nitekim, Eisenhower’dan sonra iktidara gelen John F. Kennedy’nin Dulles’i görevden almasındaki sebeplerden biri de, Domuzlar Körfezi Çıkarması ile birlikte U-2 fiyaskosu olmuştur.
Gary Powers, Sovyetler Birliği’nde casusluktan yargılanıp 3 yıl hapis ve 7 yıl ağır çalışma cezası almıştır. Ancak U-2 krizinden daha önce, 1957'de, ABD’de Birleşik Krallık doğumlu bir KGB casusu olan Rudolf Abel FBI tarafından yakalanmıştır ve Kruşçev’in Powers ile işi bittikten sonra Sovyet yetkililer; Abel’e karşılık Powers’ı takas etmeye karar verirler. Bunun üzerine Powers, Doğu ile Batı Almanya sınırındaki Glienicke Köprüsü’nün üzerinde Abel ile takas edilir. Bu takas sonrasında Powers ülkesine döndüğünde, hayatta kaldığı ve bu sebeple ABD’yi zor durumda bıraktığı için pek hoş karşılanmamıştır. Hayatının geri kalanını Los Angeles’te KNBC televizyon kanalı için helikopter pilotluğu yaparak geçirmiş ve 1977 yılında bir helikopter kazasında ölmüştür. Abel ise Sovyetler Birliği’ne döndükten sonra aktif saha görevlerinden çekilerek KGB birinci direktörlük tarafından, okullarda gençlere istihbarat eğitimi vermesi ve deneyimlerini anlatması için görevlendirilmiştir. Abel, 15 Kasım 1971'de akciğer kanserinden ölmüştür.
U-2 krizi sonucunda gerginleşen Amerikan-Sovyet diplomatik ilişkileri , ABD’nin 1959'da Türkiye’de İzmir yakınlarına yerleştirdiği nükleer savaş başlıklı Jüpiter balistik füzeleri ve ABD’nin Küba’daki Fidel Castro yönetimini devirme girişimleri, Sovyetler Birliği ile Küba’nın yakınlaşmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği, 1962 yılında Küba’ya silah ve nükleer savaş başlıklı balistik füzeler göndermiş ve askeri üsler kurmaya başlamıştır (Anadyr Operasyonu). Küba’ya gönderilen silahların arasında S-75 hava savunma sistemleri de vardır.
Kriz boyunca, ABD ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleştirilen diplomatik görüşmeler sonucunda ABD’nin Türkiye’deki Jupiter füzelerini çekmesine karşılık Sovyetler Birliği de Sovyet ordusuna ait füzeleri ve askeri unsurları Küba’dan çekmiştir. Ancak Küba Füze Krizi, hava savunma ihtiyacının sadece mavi gökyüzünün kapsadığı alanla sınırlı olmadığını, balistik füzelere karşı da ülkelerin hava sahalarındaki egemenliklerini korumaları gerektiğini göstermiştir. Özellikle hızla gelişen ve ülkelere atmosfer dışından nükleer, kimyasal veya biyolojik saldırı imkanı tanıyan “Kıtalararası Balistik Füze” (Intercontinental Ballistic Missile — ICBM) tehditine karşılık hem ABD hem de Sovyetler birliği, karşılıklı olarak balistik füzelere özgün hava savunma sistemleri geliştirmeye başlamışlardır. Bu çabaların sonucunda da “Anti-Balistik Füze” (Anti-Ballistic Missile — ABM) sistemleri ortaya çıkmıştır.
Kıtalar arası balistik füzelerin geliştirilmesi ile Soğuk Savaş boyunca pek çok ülke tarafından çeşitli model ve versiyonlarda Anti Balistik Füze Sistemleri geliştirilmiştir. En bilinen Anti-Balistik Füze Sistemlerinden biri, Sovyet yapımı A-35 (NATO Rapor Adı: ABM-1 Galosh) Anti-Balistik Füze Sistemleridir.
A-35 sistemlerinin geliştirildiği dönemde, ABD de olası bir Sovyet nükleer saldırısına karşı Amerikan topraklarını korumak amacıyla Anti-Balistik Füze sistemleri geliştirilmiştir. Bu sistemlerden en bilineni Nike Zeus ABM sistemidir.
Kıtalararası balistik füzelerin varlığı; savaş kavramını atmosferin dışına, uzay ortamına taşımıştır. Bu durum, 1983 yılında ABD’de Ronald Reagan hükümeti tarafından başlatılan ve ulusal çapta bir “katmanlı hava savunması” (Nation-wide Layered Air Defence) olarak da ifade edilebilen; kod adı “Yıldız Savaşları” (Star Wars) projesi olan “Stratejik Savunma İnisiyatifi”nin (Strategic Defence Initiative — SDI) kurulmasına sebep olmuştur. Ortaya çıktığı andan itibaren Sovyetler Birliği’nin yoğun diplomatik tepkilerine sebep olan SDI, ABD-SSCB arasında gerçekleşen diplomatik görüşmelerde Amerikan tarafının elini güçlendiren önemli bir koz olmuştur. Özellikle Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nde Soğuk Savaş’ın tansiyonunu düşürmek üzere gerçekleştirilen Glasnost (Şeffaflık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılanma) reformları ile stratejik nükleer silahların karşılıklı azaltılmasına yönelik SALT ve START antlaşmaları karşılığında Gorbaçov Reagan’dan SDI’ın kaldırılmasını talep etmiş, ancak başta Reykjavik zirvesi olmak üzere ABD-SSCB arasındaki diplomatik görüşmelerin tamamında SDI Reagan’ın “kırmızı çizgisi” olarak kalmış ve ABD Savunma Bakanlığı bünyesinde varlığını korumuştur.
Nitekim Sovyetler Birliği’nin yoğun diplomatik tepkilerine sebep olan SDI projesi, yalnızca bir füze savunma projesi değildir. Aynı zamanda, çoklu hedef türlerine karşı atmosfer dışından kullanılabilecek konvansiyonel olmayan silahları içeren (örneğin lazer silahları) konseptler barındıran geniş çaplı ve oldukça sofistike bir programdır. Bu nedenle, klasik askeri imkanlarla önlenmesi son derece zor olan SDI bileşenlerine karşı diplomatik yollardan başarı sağlayamayan Sovyetler Birliği, SDI’a karşı kendi eşdeğer savunma konseptlerini geliştirmeye başlamıştır.
MODERN HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ (1991-GÜNÜMÜZ) VE HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİNE KARŞI GELİŞTİRİLEN TEKNOLOJİLER
Günümüzde hava muharebeleri genellikle çok yüksek irtifalarda ve görsel temas kurulmadan önce (Beyond Visual Range — BVR) gerçekleştirilmektedir. Bu sebeple radar sistemlerinin hedef tespit ve takip yeteneği, tamamen radar ve elektronik güdümleme teknolojilerinin merkezde olduğu muharebe ortamında hayati önem taşımaktadır. Öte yandan, lazer teknolojisi ile isabet ve imha yeteneği artırılan hava savunma sistemi konseptlerinde de önemli ilerlemeler kat edilmiştir. Ayrıca, günümüzde hava savunma konseptlerinin önemli bileşenleri olan erken uyarı ve kontrol sistemlerine karşı özel olarak geliştirilen sistemler ve doğrudan hava savunma sistemlerini hedef alan “Anti-Radyasyon Füzeleri” (Anti-Radiation Missiles — ARM) de modern hava savunma doktrinlerinin temelini oluşturmaktadır.
Radar teknolojisinin hava savunma sistemleri ile birlikte kullanıldığı ilk yıllardan itibaren ortaya çıkan Anti-Radyasyon füzeleri, temelde gemisavar füzeleri (Anti-Ship Missiles — ASM) ile benzer çalışma prensiplerine sahiptir. Hava savunma sistemlerine ait radarların hedefi takip etmek için çevreye yaydığı elektromanyetik dalgaları takip etme (“Pasif Radar” prensibi) üzerine kurulu olan Anti-Radyasyon füzeleri, bu dalgaları takip ederek düşman hava savunma sistemlerine ait radarları bulmayı ve imha etmeyi amaçlamaktadır. Radar sistemi imha edilmiş olan bataryadaki füze lançırları tek başına atış veya hedefe kilitlenme yapamamakta ve imha edilmeseler bile radar sistemi yokluğunda devre dışı kalmaktadır. Bu sebeple bir hava savunma sisteminin imha edilebilmesi için yalnızca sisteme ait radar istasyonunun/istasyonlarının devre dışı bırakılması yeterlidir. Anti-Radyasyon füzeleri, bu amaçla kullanılmaktadır.
Radar sistemlerinin modern hava savunma konseptinde kritik rol oynaması sebebiyle modern hava savunma sistemleri de eski sistemlerin yerini hızla almaktadır. Pek çok ülke de yeni hava savunma sistemi geliştirmek yerine elinde bulunan ve halen teknolojik olarak kullanılabilir niteliğe sahip sistemleri geliştirip modern muharebe ortamının gereklerini yerine getirebilecek şekilde modernize ederek kullanmaya devam etmektedir. Bu duruma en güzel örnek, ABD ve pek çok NATO ülkesi tarafından halen aktif olarak kullanılan MIM-104 Patriot hava savunma sistemleridir. Patriot hava savunma sistemleri, balistik füzelere karşı de koruma kabiliyetinin bulunması sayesinde THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) sistemleri ile birlikte günümüzde ABD ve NATO hava savunma konseptinin temel bileşenini oluşturmaktadır.
Pek çok ülke ise eski sistemleri geliştirmektense sıfırdan, modern hava savunma sistemleri geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu ülkelerden biri olan Rusya, günümüzde S-400 “Triumpf” (NATO Rapor Adı: SA-21 Growler) ve S-500 “Prometheus”/55R6M “Triumfator-M” hava savunma sistemleri ile bu alanda ön plana çıkmayı başarmıştır. Rus yapımı S-400 hava savunma sistemleri, günümüzde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde de bulunmaktadır. Hem S-400 hem de S-500 hava savunma sistemleri balistik füzelere karşı da koruma sağlayabilmektedir. Ayrıca S-500'lerin hipersonik tehditlere ve uzay araçlarına karşı da etkin bir şekilde kullanıldığı kanıtlanmıştır. S-500'lerin S-400'ler ile A-235 Anti-Balistik Füze Sistemine destek olarak kullanılması amaçlanmakta ve halen geliştirilmekte olan S-550 hava savunma sistemleri ile birlikte Rusya Federasyonu ulusal hava savunma ağının bir parçası olarak hizmete girmesi planlanmaktadır.
Sonuç olarak, hava savunma konsepti tarih boyunca çeşitli değişikliklere uğramıştır ve geleceğin savaş meydanlarında hava üstünlüğünün daima stratejik bir güç çarpanı olacağı göz önünde bulundurulduğunda, hava üstünlüğünde belirleyici unsur olarak hava savunma kabiliyetinin de ön plana çıkması kaçınılmazdır. Bu sebeple hava savunma konsepti bir bütün olarak ele alınmalı ve gerek hava-hava gerekse kara-hava teknolojileri ile birlikte geliştirilen doktrinler modern orduların stratejilerini ve taktiklerini belirlemelidir.
Hava savunma sistemleri konsept itibariyle “savunma silahı” (defensive weapon) olarak değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmenin temel sebebi, hava savunma sistemlerini oluşturan bileşenlerin herhangi bir “saldırı” gücünün bulunmamasıdır. Temel amacının, çalışma prensiplerinin ve geliştirilme sebebinin “savunma” olduğu göz önünde bulundurulduğunda hava savunma teknolojilerinin herhangi bir “saldırı” kapasitesinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ancak hava hedeflerine karşı “savunma” amacıyla üretilen S-300 ve S-400 gibi hava savunma sistemlerinin Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Ukrayna ordusuna ait askeri kara hedeflerine karşı kullanıldığı ve kara hedeflerine karşı kullanıldığında doğası gereği isabet oranı düşen bu sistemlere ait füzelerin yanlışlıkla sivil yerleşim yerlerine düşerek sivil kayıplara sebep olduğu rapor edilmiştir.