HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ — TARİHÇE VE RADAR GÜDÜMLÜ SİSTEMLER

UĞUR YILMAZ
25 min readAug 1, 2024

--

Uçak teknolojisinin icat edildiği ve muharebe sahalarında hava gücünün belirleyici rol oynadığı 20. yüzyılın başlarından itibaren hava savunma sistemleri, muharebe sahalarının vazgeçilmezi olmuştur. İlk modern hava savunma sistemlerinin ortaya çıkmaya başladığı 2. Dünya Savaşı yıllarından bu yana muharebe sahalarında hız ve çevikliğin ön plana çıkması ile birlikte hava savunma sistemleri de hafif, kompakt ve kullanımı kolay bir hal almıştır. Ancak “hudut namustur” şiarı, bu “hudut” kavramına hava hududunun da dahil olması ve bu sebeple hava savunma teknolojilerinin askeri stratejilerde vazgeçilmez bir güç çarpanı olduğu da tarih boyunca, asla değişmez bir gerçek olarak kalmıştır.

Şimdi dilerseniz, hava savunma sistemleri yazı serimizin ilk makalesi olarak hava savunma sistemlerinin tarihçesini, amacını, kullanım prensibini ve türlerini kısaca tanımaya başlayalım.

Sovyet yazar Boris Vasilyev’in yazdığı ve 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Finlandiya sınırında, cephe hattından oldukça uzak, sakin bir orman köyünde konuşlandırılan bir kadın uçaksavar taburundan 5 kız ve komutanları Başçavuş Fedot Vaskov’un; kendilerinden sayıca 3 kat daha büyük, otomatik silahlarla donanmış ve iyi eğitimli Alman paraşütçü komando birliğine karşı Karelya ormanlarında giriştikleri amansız mücadeleyi anlatan “Sakindi Oranın Şafakları” (А Зори Здесь Тихие) romanı; savaşın insan doğasına ne kadar zıt olduğunu, aynı zamanda da faşizm karşısında verilmesi gereken bir savaşta asla tereddüt edilemeyeceğini göstermesi açısından eşsiz bir eserdir. Roman, defalarca kez Türkçe’ye çevrilip basılmıştır. Ayrıca 1972, 2005 ve 2015 yıllarında sinemaya da uyarlanmıştır. Yukarıda, 1972 yılında Sovyetler Birliği’nde Gorkiy Film Stüdyosu tarafından çekilmiş olan filmden bir sahne görülmektedir.

HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ

Hava savunma sistemleri, genellikle belirli bir alan içerisindeki düşman hava faaliyetlerini engellemek ve düşman tarafın hava üstünlüğünü sağlamasına engel olmak amacıyla caydırıcı faktör olarak görev yapmak üzere geliştirilmiş mekanik, elektromekanik veya elektrohidromekanik sistemlerdir. Hedefi takip etme özelliğine göre güdümlü (hedefi takip eden) ya da güdümsüz (hedefi takip etmeyen) sistemler olacağı gibi bu sistemler füze, otomatik top (Anti-Aircraft Machine Gun/Autocannon) veya uçaksavar topu (Anti-Aircraft Artillery, AAA) olarak muharebe sahalarında yer alabilmektedir.

Soldaki fotoğraf, 14.5x114 mm mühimmat kullanan Sovyet yapımı ZPU-4 otomatik uçaksavar topuna aittir. ZPU-4, 2000 metreye kadar olan hedeflere karşı etkilidir ve gaz soğutmalı 4 namlusu ile dakikada 600 atış yapabilmektedir. Her bir uçaksavar ünitesinin birim ağırlığı ise 2100 kilogram gelmektedir. Fotoğraf, Sankt-Petersburg Askeri Tarih, Topçu ve Mühendislik Müzesi’nde çekilmiştir. Sağdaki fotoğraf ise 21 Aralık 2001'de Japon Sahil Güvenlik unsurları ile Kuzey Kore’ye ait bir casus trol teknesi arasında yaşanan 6 günlük Amami-Ōshima Muharebesi sırasında batırılan Kuzey Kore casus trolünden çıkarılan bir ZPU-2'ye aittir (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia). ZPU, Rusça’da “Zenitnaya Pulemyotnaya Ustanovka” (Зенитная Пулемётная Установка — “Uçaksavar Otomatik Silah Sistemi/Kompleksi”) anlamına gelmektedir. ZPU ve benzeri otomatik uçaksavar topları sadece hava hedeflerine karşı değil; aynı zamanda piyade, makineli tüfek sığınakları ve hafif zırhlı araçlar gibi kara unsurlarına karşı da kullanılabilmektedir. Ucuz maliyeti ve bu silahların üretildiği eski Doğu Bloku ülkelerinin yaşadığı ekonomik ve siyasi bunalımlardan dolayı illegal örgütlerin Sovyet yapımı silahlara karaborsada kolay ve ucuza ulaşabilmesi sebebiyle ZPU’lar ve modifiye edilmiş çeşitli versiyonları, günümüzde Ortadoğu ve Afrika’daki vekalet savaşlarında düzenli ve gayrinizami unsurlar tarafından sıklıkla kullanılmaktadır.
ZPU’nun ilk versiyonlarından 1931 Sovyet yapımı 7.62 mm Quad (Dörtlü) Maxim ZPU. 7.62x54mmR mühimmat kullanan 4 adet Rus İmparatorluğu yapımı 1910 model Maxim PM1910 makineli tüfeğinden oluşan bu ZPU modeli, 1941–1945 arasında yaşanan ve Rus tarihinde “Büyük Anayurt Savaşı” (Великая Отечественная Война — “Velikaya Otechestvennaya Voyna”) olarak da bilinen savaşta Moskova şehrinin ve Leningrad, Sevastopol, Kiev, Minsk, Stalingrad gibi diğer büyük ve stratejik şehirlerin Alman bombardımanlarından korunması amacıyla kullanılmıştır. Soldaki resim, 1939–40 Kış Savaşı sırasında Fin ordusu tarafından Sovyet ordusundan ele geçirilen bir Quad Maxim’e aittir. Fotoğraf, Finlandiya Askeri Müzesi’ndeki “Winter War — 70 Years” isimli bir sergide çekilmiştir. Sağdaki resim, Moskova Muharebesi sırasında Moskova Oteli’nin çatısına konuşlanmış olan ve Kremlin’i koruyan bir uçaksavar timine aittir (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia).
İronik bir şekilde, Moskova Muharebesi’nden 82 yıl sonra sonra ilk defa Moskova, tekrar aktif olarak hava savunma sistemleri ile korunmakta. Yukarıdaki fotoğraflarda, Ukrayna tarafından Moskova’ya yapılan drone saldırıları sebebiyle Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı binasının çatısına yerleştirilen bir Pantsir S-1 (NATO Rapor Adı: SA-22 Greyhound) hava savunma sistemi görülmektedir.
2. Dünya Savaşı sırasında olası bir Alman taarruzuna karşı Ayasofya’nın minaresine konuşlandırılan bir MG08 makinalı tüfeği ve uçaksavar timi. İstanbul, Eylül 1941 (Fotoğraf için kaynak: Twitter/@ww2turkiye).

Hava savunma sistemleri, uçak teknolojisinin ortaya çıktığı ilk yıllardan itibaren uçak teknolojisiyle paralel olacak şekilde ilerleme kaydetmiştir. Teknoloji geliştikçe hava savunma doktrinleri ve bu doktrinlere uygun sistemlerin çalışma prensipleri de gelişmiş, bu nedenle de hava savunma sistemleri çok çeşitli varyasyonlarla muharebe sahalarında yer almıştır.

Yazı serimizin bu makalesinde, hava savunma teknolojilerinin ortaya çıkışından bahsederek yazı dizimizin sonraki makaleleri için bir başlangıç yapacağız.

EMEKLEME ÇAĞI — ERKEN DÖNEM HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ (1861–1945)

Hava savunması amacıyla kullanılan ilk sistemler, 1. Dünya Savaşı’ndan önce ve ağırlıklı olarak keşif ve gözetleme balonlarına karşı kullanılmıştır. Bu dönemde hava unsurları çok yüksek hızlara ulaşamadığı ve bugüne göre çok düşük irtifalarda seyrettikleri için bu dönemde hava savunması amacıyla bugünkü anlamıyla karmaşık sistemler yerine orta kalibreli mühimmatlar kullanan toplar, ağır makineli tüfekler ve hatta sıradan piyade tüfekleri kullanılarak hava savunma ihtiyacı giderilmiştir.

Alman SMS Nymphe korvetinde konuşlandırılan ve keşif balonlarına karşı kullanılan Ballonabwehrkanone. Fotoğraf 1872 yılına aittir (Kaynak: Wikipedia).
2. Dünya Savaşı’nda bile yer yer sıradan tüfeklerin hava savunma maksadıyla kullanıldığı görülmüştür. Fotoğrafta, 2. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’nde Alman uçaklarına (muhtemelen Junkers Ju-87 “Stuka” pike bombardıman uçaklarına) nişan alan Sovyet Kızıl Ordu askerleri görülmektedir (Kaynak: Reddit). Buradaki asıl amaç uçağı vurmaktan ziyade, kokpit camına nişan alıp pilotu vurarak uçağın kontrolden çıkmasını sağlamaktır.

Uçağın icadı 1903 yılında gerçekleşse de hava savunmasının ilk örnekleri 1861 yılında başlayan Amerikan İç Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Bu dönemde Birleşik Devletler, Konfederasyon ordusuna karşı balonlarla savaşmayı tasarlamış; bu amaçla balonları havadan top atışı, sabotaj ve tüfek atışı yapabilmek amaçlarıyla kullanmaya çalışmıştır. Bu amaç doğrultusunda “Birleşik Devletler Ordusu Balon Birlikleri” (United States Army’s Balloon Corps) kurulmuş ancak balon kullanımı başarısız olunca bu askeri birlik de savaş bitmeden dağıtılmıştır. Aynı şekilde Konfederasyon ordusu da balon kullanmayı denemiş ancak başarısız olmuştur. Her iki taraf da başarısız olsa da bu durum, tarihte ilk kez devletlerin hava savunma gereksiniminin oluşmasına öncü olmuştur.

Soldaki fotoğraf, 1857–1916 yılları arasında yayımlanan New York merkezli “Harper’s Weekly” Amerikan politik dergisinden Amerikan İç Savaşı’nda kullanılan balonlara ait bir çizim. Çizimdeki balon, Birleşik Devletler’in iç savaşta kullandığı 7 balonun en büyüğü olan ve ABD’de “hava keşfinin babası” (father of aerial reconnaissance) olarak kabul edilen bilim insanı ve mucit Thaddeus S. C. Lowe’a ait “Intrepid” isimli balondur. Sağdaki fotoğraf ise Intrepid balonunun günümüzde Genesee Country Köy ve Müzesi’nde bulunan bir replikasıdır (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia).

1903'te Wright Kardeşler’in uçağı icadından sonra hava hedeflerinin daha yüksek hareket ve manevra kabiliyeti kazanmasıyla beraber, hava savunma gereksinimi çok daha önem kazanmıştır. Gerçek anlamıyla “hava savunma” faaliyeti ise tarihte ilk kez 1911–12 Türk-İtalyan Savaşı’nda (Trablusgarp Savaşı) görülmüştür. Tarihteki ilk keşif uçuşunun ve ilk havadan karaya saldırının görüldüğü bu savaşta hava savunma silahı olmayan Türk askerleri ise bir uçağı tüfekle düşürmeyi başarmışlardır.

1930'lu yıllara gelindiğinde uçak teknolojisi, 1. Dünya Savaşı dönemine kıyasla oldukça ilerlemiştir. Bu ilerlemenin bir sonucu olarak ise uçaklar daha yüksek irtifalarda uçarak daha efektif ateş gücüne sahip olmuştur. Dolayısıyla yüksek irtifalarda ve yüksek hızlarla uçan hedeflere karşı etkili olabilmek amacıyla yeni uçaksavar sistemleri geliştirilmiştir.

Hava çatışmalarının yüksek irtifalara taşınması üzerine ortaya çıkan yüksek irtifa hava savunma ihtiyacına ilk cevaplardan biri Almanya’dan gelmiştir. Bunun sonucu olarak da ilk dönem orta-yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin örneği olan ve ateş gücüyle tüm dünyada kötü şöhrete sahip olan Flugabwehrkanone (kısaca “Flak”) hava savunma top silahları ortaya çıkmıştır. Flak serisi uçaksavar toplarının ilk versiyonu olan ve 1. Dünya Savaşı’nın son yıllarında kısıtlı üretimine başlanan Flak 16 başta çok efektif bulunmasa da, Versailles Antlaşması sonucu ağır silahlardan yoksun bırakılıp bütün savunma gücü elinden alınan Almanya’da, 3. Reich döneminde antlaşmanın yok sayılmasıyla birlikte yeniden başlayan silahlanma hamlesi sonucunda üretimine başlanan sonraki Flak versiyonlarının 2. Dünya Savaşı’nda kullanılması, dünya tarihine geçecek meşhur bir uçaksavar serisinin başlangıcını oluşturmuştur.

Alman yapımı olan ve 1917–1918 yıllarında Alman ordusunda hizmet veren 8,8 cm Flak 16. 8,8 cm (88 mm) Alman donanmasının o dönemdeki savaş gemilerinin top silahlarında kullanılan standart mühimmat kalibresi olduğu için Flak 18, lojistik kaygılardan dolayı 88 mm olarak tasarlanmıştır. Flak-16'ların üretimi, Versailles Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile durdurulmuştur.
2. Dünya Savaşı sırasında Kuzey Afrika Cephesi’nde bir Alman Sd.Kfz.7 (Sonderkraftfahrzeug 7, “Özel Maksat Aracı 7”) zırhlı personel taşıyıcısına bağlı olarak çekilen bir Flak 18. Ünlü Alman general Heinz Guderian’ın öncülüğünü yaptığı ve 2. Dünya Savaşı’nda neredeyse bütün Alman ofansif (saldırı) stratejilerinin belkemiğini oluşturan Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) taktiği yüksek manevra kabiliyetine, pratikliğe ve çevikliğe dayalı olduğundan dolayı Flak 18 silahlarının nakliyesi için Alman ordusu (Wehrmacht) tarafından standart top çekici olarak Sd.Kfz.7 yarım palet (half-track) zırhlı personel taşıyıcıları belirlenmiştir.
Barbarossa Operasyonu sırasında Sovyetler Birliği topraklarında bir Alman 8.8 cm Flak 36. Tarih 22 Aralık 1943.

Savaşın başlarında Flak silahları atış gücü ve düşman üzerinde bıraktığı tesir sebebiyle Alman ordusunun birincil alçak-orta-yüksek irtifa hava savunma ve direkt atış gücünü oluşturmuştur. Bununla birlikte Flak silahları, özellikle yoğun cephe saldırılarında topçu desteğinin sağlanamadığı durumlarda piyade, zırhlı araç ve özellikle de tanklara karşı kullanılınca ortaya çıkan ateş gücü ve caydırıcılığı sebebiyle Alman askerlerini, komuta kademesini ve mühendisleri oldukça etkilemiş; Flak silahları uçaksavar olarak kullanılmasının yanı sıra tanksavar olarak da sıklıkla kullanılmış ve Alman mühendisler, 1942 yılında geliştirip cepheye sürdükleri meşhur Tiger (Kaplan) ve 1943'te cepheye sürülen Panther (Panter) tanklarında da ünlü “seksensekizlik” Flak silahlarını ana tank topu olarak kullanmışlardır.

8.8 cm Flak silahlarının tanksavar olarak kullanımına örnek olarak “Der Untergang” (Çöküş) filminden bir sahne. Gerçekten de Flak silahları ilk başta uçaksavar olarak tasarlanmasına karşın, savaş sırasında uçaksavardan daha çok tanksavar olarak kullanılmıştır. Özellikle Sovyet ordusunun 1945 yılının baharında Berlin şehrinin kapılarına dayanmasıyla Almanlar, son çare olarak ellerindeki bütün silahları birincil amaçlarının dışında da kullanmaya başladılar. Buna, uçaksavarlar da dahildi.
2. Dünya Savaşı ile ilgili konulara son derece düşkün olan pek çok gencin ve hatta yetişkinlerin bir kısmının dahi teknik özelliklerinden ve hakkındaki efsanevi olaylardan dolayı hayran olduğu Panzerkampfwagen IV Tiger Ausf. E (Tiger I) tankı. Krupp ve Rheinmetall firmaları tarafından üretilen 88 mm’lik 88/L56 Flak 36 uçaksavar/tanksavar silahlarından geliştirilen tank topu ve dönemin pek çok tank topunun ve tanksavarının delmekte yetersiz kaldığı iyi dökülmüş, kalın ve oldukça sağlam zırhı sayesinde Tiger’lar dönemin en korku salan tanklarından biri olmuştur. Ancak ağırlığı sebebiyle binen yükten dolayı süspansiyonlarının ve vites kutusunun sıklıkla kırılması; Doğu Avrupa, Sovyetler Birliği ve Fransa gibi yumuşak toprağa sahip coğrafyalarda kolayca çamura batıp hareketsiz kalabilmesi ve Almanya’nın savaşın son yıllarında stratejik öneme sahip Alman şehirlerine yapılan Müttefik hava bombardımanları ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle hammadde bulma ve tank üretiminde sorunlar yaşaması sebebiyle sınırlı sayıda üretilmiş ve cephede, Alman askeri yönetimi tarafından beklenen verimi sağlayamamıştır. Tiger’ların top silahını üreten firmalardan Alman Rheinmetall firması ise günümüzde halen tank topları ve tank mühimmatları üretmektedir ve ürettiği 120 mm’lik Rh-120 L/55 tank topu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de halen aktif olarak kullandığı Leopard 2 ana muharebe tanklarında kullanılmaktadır. Tiger’larda kullanılan 88/L56 tank topu geliştirilirken, diğer teknik değişikliklerin yanı sıra standart Flak 36'larda bulunmayan namlu freni (muzzle brake) namlu ucuna eklenmiş, böylelikle yere sabit uçaksavarlarda pek de mühim olmayan ve geri tepmeye sebep olan barut gazı merminin ardından çıkarken namlu frenindeki delikler sayesinde yanlara yönlendirilerek tank topunum geri tepmesi önemli ölçüde minimize edilmiştir.
Kursk Muharebesi öncesinde, dönemin 1. Ordu komutanı Cemil Cahit Toydemir başkanlığındaki Türk askeri heyeti, Belgorod’da konuşlandırılmış 503. Panzer Taburu’na ait Tiger I’i incelerken. 26 Haziran 1943 (Kaynak: Wikipedia). Cemil Cahit Toydemir, daha sonra, 1946–1947 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı olarak görev yapmıştır.
Kuzey Afrika cephesinde İngiliz ordusu ile girdiği çatışmada bir Churchill tankından yapılan atış sonucu taret halkasının zarar görmesi nedeniyle mürettebatı tarafından az hasarlı halde terk edilen 131 taret numaralı Tiger tankı (Tiger 131); günümüze kadar ulaşmış, çalışır haldeki tek Tiger tankıdır ve günümüzde İngiltere’deki Bovington Tank Müzesi’nde sergilenmektedir. Bilinen pek çok 2. Dünya Savaşı temalı filmde de kullanılan Tiger 131, Bovington Tank Müzesi tarafından yılda iki defa düzenlenen ve “Tiger Day” adı verilen özel bir günde Tiger meraklılarıyla buluşmaktadır.
Tiger 131'in ele geçirilişini anlatan bir animasyon belgesel.
Tiger 131'in en son kullanıldığı sinema filmlerinden biri: Fury.
İlya Boyaşov’un “Tankçı”sı, Çağdaş Rus Edebiyatı’nın önemli fantastik yapıtlarından biridir. Kursk Muharebesi sonrasında tamamen imha edilmiş tankından, vücudunun yüzde 90'ı yanmış haldeyken mucizevi bir şekilde canlı çıkarılan ve çok kısa bir süre içinde, yine kurtuluşu gibi “mucizevi” bir şekilde tamamen iyileşerek gönüllü bir şekilde cepheye geri dönen isimsiz, kimliksiz, kayıtsız bir tankçının hikayesi. “Naydenov” derler ona, hastaneye getirildiğinde üzerinden ne bir kimlik çıkmıştır, ne de onun gerçek kimliğini tanımlayan başka bir şey. Naydenov’un en iyi arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı tanklardır; tanklarla konuşur ve tanklar da onunla konuşur. “Tankların da bir tanrısı olduğuna” inanır Naydenov. O yüzden de; daha önce hiç kimsenin geri dönemediği, en riskli görevlere gönüllü olarak katılır. Defalarca kez kendi komutasına verilen tanklar yanar, görevlere birlikte çıktığı diğer tankçılar ölür ama o görevlerden bir tek o sağ kurtulur. Bu sebeple de, cephedeki hiçbir tankçı sevmez Naydenov’u. Ancak, Naydenov’un kapanmamış bir hesabı vardır ve o hesap kapanana dek asla ölmeyecektir. Ona seslenen “tank tanrıçası”, cephede Naydenov’un tankını ve diğer onlarca tankı sinsice vuran ve en bataklık yerlerde dahi birden ortadan kaybolan gizemli, devasa, efsanevi ve korkunç “Beyaz Kaplan”ı bulması ve ondan intikamını alması için Naydenov’a yol gösterecektir.
İlya Boyaşov’un “Beyaz Kaplan” romanı, 2012 yılında ünlü Rus yönetmen Karen Şahnazarov tarafından “Beliy Tigr” (Белый Тигр — “Beyaz Kaplan”) adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Yukarıda, filme ait trailer’i izleyebilirsiniz.

Her ne kadar ünlü “seksensekizlik” Flak silahları ateş gücü ve caydırıcılık konusunda etkileyici bir üstünlüğe sahip olsa da, konu hava savunmasına geldiğinde bir hedef için çok fazla mühimmat harcadıkları görülmüştür. Savaşın sonlarına doğru Berlin, Hamburg, Dresden gibi sivillerin yaşadığı önemli ve büyük Alman şehirlerine yoğunlaşan Müttefik bombardımanlarından şehirleri daha etkili koruyabilmek için Almanlar her ne kadar Flakturm (çoğulu Flaktürme) adını verdikleri Flak kuleleri, erken uyarı radarları ve Flaklar için ateş kontrol sistemleri geliştirmiş olsalar da, yaşanan mühimmat sıkıntısı Almanları daha etkili ve verimli, yenilikçi sistemler tasarlamaya itmiştir.

Almanya’nın Hamburg şehrindeki bir Flakturm IV. Almanya’nın savaşın sonuna doğru Müttefik hava akınlarına karşı hava savunması amacıyla kurulmuş, beton ve çelikle güçlendirilmiş ve bünyesinde çok sayıda Flak, ateş kontrol sistemi, sığınak, cephanelik ve cephane ikmal sistemi bulunduran karmaşık hava savunma üsleriydi. Oldukça güçlü ve sağlam yapılar olmaları sebebiyle Müttefik kuvvetler tarafından yıkılmaları oldukça güç olmuş, kalanların birçoğu da günümüze kadar ayakta kalmayı başarmışlardır. Savaştan sonra Flakturmların yıkımı için çok fazla patlayıcıya ihtiyaç duyulması sebebiyle ayakta kalan Flakturmlardan bazıları farklı amaçlarla dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yukarıda görülen Flakturm ise NH Hotel Group tarafından satın alınıp 2021 yılında otel olarak hizmet vermek üzere dönüştürülmeye başlanmıştır ancak elde edilen verilere göre bir gelişme sağlanamamıştır. Daha sonra, 2022 yılında yeniden otel olarak açılması gündeme gelmiştir. Sağda, kulenin 2006 yılındaki hali görülmektedir. Günümüzde kulede bir gece kulübü, bir müzik okulu ve müzik mağazaları bulunduğu bilinmektedir.
Avusturya’nın Stiftskaserne, Viyana şehrinde bulunan bir Flakturm.
Flakturm’ların içi ve değişik açılardan görünüşü.
Savaş boyunca Almanların Londra, Stalingrad, Moskova ve dünyanın diğer önemli şehirlerine gerçekleştirdikleri hava bombardımanları ile birlikte müttefik ülkelerden özellikle ABD ve İngiltere’nin Alman şehirlerine gerçekleştirdikleri hava bombardımanları da, Almanya’nın sanayisini hedef almasının yanı sıra milyonlarca sivilin ölümüne sebep olmuştur. Müttefik bombardımanları sırasında Alman topraklarına toplamda yaklaşık 2 milyon ton bomba düşmüştür, 60'a yakın şehir yok edilmiştir ve bombardımanlar, yarım milyondan fazla sivilin ölümüne sebep olmuştur (Kaynak: University of Toronto). Yukarıdaki fotoğraflarda, Alman şehirlerini bombalayan Amerikan Boeing B-17 Flying Fortress (Uçan Kale) bombardıman uçakları görülmektedir.
2. Dünya Savaşı’nın en büyük ve yıkıcı bombardımanlarından biri 13–15 Şubat 1945 Dresden Bombardımanı’dır. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne ait 772 ağır bombardıman uçağının ve ABD Hava Kuvvetleri’ne ait 527 ağır bombardıman uçağının katıldığı bombardımanda sivillerin çoğunlukta olduğu ve aralarında Alman askeri unsurlarının yanı sıra müttefik savaş esirlerinin de bulunduğu 25,000 kişi ölmüştür (Dresden Bombardımanındaki toplam ölü sayısı, tarihçiler arasında son derece tartışmalı bir konudur. Çoğu resmi kaynak ölü sayısını 20,000–25,000 civarında verirken bazı kaynaklar ise ölü sayısını 200,000–500,000'e kadar çıkarmaktadır. 2. Dünya Savaşı’nın son yıllarında Müttefik kuvvetler Almanya sınırları içinde ilerlerken; 3. Reich hükümetinin Müttefik bombardımanlarını halka karşı propaganda ve ajitasyon malzemesi olarak kullanmasından dolayı, dönemin resmi belgelerindeki ölü sayısının kasıtlı olarak abartıldığı ileri sürülmektedir. 2008'de Dresden şehri tarafından kurulan bağımsız bir komisyon tarafından yapılan bir araştırmada ise ölü sayısı yaklaşık 25,000 olarak belirlenmiştir). Soldaki fotoğraf, Dresden şehrinin 1890 yılına ait renklendirilmiş halidir. Orta ve sağdaki fotoğraflar ise şehrin bombardımandan sonraki halidir.
Dresden’in bugünkü hali.
Markus Zusak’ın “Kitap Hırsızı” adlı romanı, Almanya’da 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına yakın yıllarda yetim kalan küçük bir kız olan Liesel Meminger’in, evlatlık olarak verildiği Hubermann ailesinin yanındaki yaşamını ve savaşın çepeçevre kuşattığı bir hayatta küçük bir kızın gözünden “ölüm” olgusunu konu almaktadır. Kitapta Zusak, 2. Dünya Savaşı boyunca Alman şehirlerinde faşizm, savaş ve ırkçılık sebebiyle yaşanan acıları, siyasi radikalleşmelerin toplumu ve aileleri parçalayıp Almanya’da “kayıp nesiller” yaratma sürecini ve başta ütopik ideallerle zihinleri zehirlenen insanların, savaş kapılarına ulaştığında yaşadıkları çaresizliği etkileyici bir dille kaleme almaktadır. Ayrıca, Alman şehirlerine gerçekleştirilen müttefik hava bombardımanları sırasında sivillerin yaşadığı dram, henüz çocuk yaşta olan Liesel’in bakış açısıyla anlatılmakta ve okuyucuyu derinden sarsmaktadır. İlk olarak 2005 yılında yayımlanan kitap, uzun süre New York Times En Çok Satanlar Listesi’nde yer almıştır. Ayrıca kitap, 2013 yılında filme de uyarlanmıştır.
Brian Percival’in yönetmenliğini yaptığı Kitap Hırsızı (The Book Thief) filminin trailer’i.

Almanların daha yenilikçi ve verimli hava savunma sistemi arayışları, dünyanın ilk karadan havaya (Surface-to-Air) füze sistemleri olan Wasserfall’ın ve Rheintochter’in ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tam adı “Wasserfall Ferngelenkte FlaRakete” (Wasserfall (Şelale) Uzaktan Kumandalı/TV Güdümlü Uçaksavar Roketi) olan Wasserfall ve adını Richard Wagner’in Der Ring des Nibelungen” (Nibelung Yüzüğü) adlı opera serisindeki “Ren Kızları”ndan (Rheintochter) alan Rheintochter hava savunma sistemleri radyo güdümlüydü ve fırlatıcıdan atıldıktan sonra yerdeki bir radyo operatörü tarafından füze hedefe yönlendiriliyordu (MCLOS — Manual Command Line of Sight). Wasserfall’ın ve Rheintochter’in güdüm mekanizmasının geliştirilmesinde, DVL (Deutsche Versuchsanstalt für Luftfahrt, şimdiki adı Alman Uzay ve Havacılık Merkezi — DLR)’de çalışan Alman mühendis Max Kramer tarafından geliştirilen ve 1943–1944 yılları arasında kullanılan dünyanın ilk hassas güdümlü akıllı süzülme bombası (precision-guided glide bomb) radyo güdümlü Fritz-X’in ve Avusturyalı bilim insanı Herbert Alois Wagner tarafından geliştirilen Henschel Hs 293 radyo güdümlü gemisavar füzesinin önemli payı vardır. Wasserfall ve Rheintochter hava savunma sistemlerinin güdüm mekanizmasında, Fritz-X ve Hs 293'lerde kullanılan Kehl-Strasbourg radyo kontrol link sisteminin gelişmiş versiyonu kullanılmıştır.

Kehl-Strasbourg radyo kontrol link sistemi 2 üniteden oluşur: Uçakta bulunan ve füzeye sinyal göndererek füzenin kontrol arayüzünü oluşturan Funkgerät FuG 203 “Kehl” radyo transmitter, diğeri de füzede bulunan ve uçaktan gönderilen sinyalleri alıp füzenin kontrol yüzeylerinde fiziksel cevaba dönüştürülmesini sağlayan FuG 230 “Straßburg” (Strasbourg) radyo alıcısı. Yukarıdaki fotoğraflar, sistemin FuG 203 “Kehl” ünitesine aittir. Soldaki fotoğrafta bulunan kontrol kolu sayesinde uçaktaki operatör, füzeyi kolayca yönlendirebilmektedir. Sağdaki fotoğrafta ise FuG 203'ü oluşturan bütün bileşenler görülmektedir. Funkgerät, Almanca’da “Radyo Cihazı” anlamına gelmektedir (Fotoğraflar için kaynak: deutscheluftwaffe.de).
Kehl-Strasbourg radyo kontrol link sistemi’nin ikinci ünitesini oluşturan ve füzede bulunan FuG 230 “Straßburg” radyo alıcısı (Kaynak: radiomuseum.org).
Soldaki fotoğrafta, Berlin’deki Alman Teknik Müzesi (Deutsches Technikmuseum)’nde sergilenen bir Henschel Hs 293 görülmektedir. Sağda ise, Hs 293'lere ait bir kesit görüntüsü (cutaway) verilmiştir. Henschel Hs 293, tarihteki ilk güdümlü füzedir. Dornier Do 217 ve Heinkel He 111 gibi bombardıman uçaklarından atılmaktadır. Atıldıktan sonra uçaktaki bir operatör tarafından basit bir kumanda kolu vasıtasıyla, radyo sinyalleriyle kontrol edilebilmektedir. Radyo sinyallerinin karıştırılabilme özelliğinden dolayı Müttefik kuvvetler, kendilerine atılan Hs 293'lerin operatörle bağlantısını keserek füzeyi etkisiz hale getirmek için basit sinyal karıştırma (jamming) yöntemleri uygulamışlardır. Almanlar, Müttefiklerin sinyal karıştırma faaliyetlerine karşı füzeye kablo güdüm sistemi (wire guidance) ekleyerek füzenin E230 VHF sinyal alıcısını E237 tipi audio alıcı ile, uçağın radyo transmitteri olan S203'ü ise S207 tipi audio transmitter ile değiştirmişlerdir. Bu yeni sistemde uçak ve füze birbirine ikili bir kablo setiyle bağlıdır ve kablo setinin maksimum menzili 12 kilometredir. Yoğun sinyal karıştırma durumlarında, füzenin radyo güdümünden kablo güdümüne dönüştürülmesi kolaylıkla gerçekleştirilebilmektedir (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia).
Biskay Körfezi’nde anti-denizaltı devriyesi sırasında 18 adet Dornier Do 217 bombardıman uçağından oluşan bir hava filosundan atılan bir Henschel Hs 293 ile batırılan İngiliz HMS Egret (L75) sloop gemisi. HMS Egret, tarihte bir güdümlü füze ile batırılan ilk savaş gemisidir. Hs 293'ler, savaş boyunca en az 25 savaş gemisinin batmasına sebep olmuştur (Fotoğraflar için kaynak: Imperial War Museums).
Soldaki fotoğrafta, dünyanın ilk hassas güdümlü süzülme bombası Fritz-X görülmektedir. Bombanın kuyruk kısmında bulunan ve kesit olarak gösterilmiş yerde FuG 230 “Straßburg” radyo alıcısı görünmektedir. Sağdaki fotoğrafta ise, 11 Eylül 1943 tarihindeki Salerno Çıkarması (Avalanche Operasyonu) sırasında Fritz-X ile isabet alan Brooklyn sınıfı Amerikan hafif kruvazörü USS Savannah (CL-42)’ın vurulma anı görülmektedir (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia). USS Savannah bu saldırıdan ağır hasarla kurtulmuş, ABD’ye geri gönderilerek tersanede 8 aylık onarıma alınmıştır.
Tarihte hassas güdümlü akıllı bomba ile batırılan ilk savaş gemisi: Roma. İtalyan General Giuseppe Castellano’nun Müttefik devletler ile imzaladığı teslimiyet antlaşmasından (Cassibile Antlaşması) sonra Almanlar, İtalya’nın en büyük 2 zırhlı savaş gemisi olan Littorio sınıfı Roma ve Roma’nın kardeş gemisi Littorio’nun, Müttefik devletlerin elindeki Tunus’a doğru yola çıktığını tespit ederler. Bunun üzerine Alman Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar, Fritz-X bombalarıyla iki gemiye de saldırı düzenlerler. Düzenlenen saldırıda iki Fritz-X ile isabet alan İtalyan Donanması’nın amiral gemisi Roma ikiye bölünüp batarken Littorio ise saldırıdan ağır hasarla kurtulmuş ve Tunus’a varmayı başarmıştır. İmzalanan teslimiyet antlaşmasından sonra Almanya İtalya’yı işgal etmiş; “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti” adında ve kendi güdümünde, kukla bir devlet kurmuş ve faşist İtalyan diktatör Benito Mussolini’yi tekrar İtalya’nın yönetimine getirmiştir (Soldaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia. Sağdaki fotoğraf için kaynak: defensemedianetwork.com).
Tarihteki ilk hava savunma sistemlerinden biri olan Wasserfall. Wasserfall’ın tasarımında büyük ölçüde V-2 balistik füzelerinin tasarımı baz alınmıştır ve güdüm mekanizmasında, Fritz-X ve Hs 293'lerde bulunan Kehl-Strasbourg radyo kontrol link sisteminin geliştirilmiş versiyonu kullanılmıştır. Wasserfall’ın itki sistemini (motorunu) tasarlayan Alman mühendis Dr. Walter Thiel, 17 Ağustos 1943 tarihinde Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Peenemünde’ye düzenlediği bombardıman sırasında (Hydra Operasyonu), Alman füze sistemlerinin testlerinin yapıldığı Peenemünde test alanı yakınlarındaki Karlshagen’de ailesi ile birlikte ölmüştür. V-2 füzelerinde kullanılan roket motorlarının gelecekte yapılacak uzay seyahatleri için geliştirilmesi (Aggregat projesi) üzerine yapmış olduğu çalışmalardan ötürü 1970 yılında, Ay’daki bir kratere adı verilmiştir. Ayrıca, ABD’deki New Mexico Uzay Tarihi Müzesi’nde bulunan “Uluslararası Uzay Yıldız Geçidi”nde (International Space Hall of Fame) adı bulunmaktadır (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia).
Bir Wasserfall hava savunma sistemi bataryasının ve Elsass kontrol sisteminin çalışma prensibi. Uçaktan alınan radyo sinyalleri, receiver (alıcı) sayesinde hedefin konumunun belirlenip takip edilmesinde kullanılır (Mannheim Riese). Transmitter (Rheingold) ise füzeyi hedefe yönlendirmek için gerekli olan radyo sinyallerini füzeye gönderir. Bu sırada alıcı ile transmitter arasında eş zamanlı senkronizasyon sağlanarak (Parallax Calculator) füzenin hedefi kaçırma olasılığı düşürülür. Operatör ise, transmitterin bulunduğu istasyonda (Rheingold) yer alır. Jeneratör (Power Engine) ise sisteme bağlı bileşenlerin yakınında bulunur ve bütün sisteme elektrik enerjsi sağlar. Dairesel Polarize Anten Sistemi (Circular Polarized Antenna System) ise transmitterin en az 2 km uzağında bulunur ve 3 boyutlu (dairesel) polarizasyon sağladığı için sistemde bulunan diğer anten sistemlerindeki lineer polarizasyonda yaşanan kayıpları minimize ederek daha başarılı bir link performansı sağlar. Bir sonraki atış için gerekli yedek füze ise, güvenlik sebebiyle bataryaya 200–500 metre arası uzaklıkta konuşlandırılır ve Güç Destek Ünitesine (Power Supply) bağlı tutularak bataryaya yerleştirilmek üzere hazır bekletilir. İlk füze ateşlendikten sonra eğer ikinci atış yapılacaksa bir sonraki füze konuşlandırıldığı yerden fırlatıcıya yerleştirilir ve sistem tekrar atışa hazır hale getirilmiş olur (Kaynak: luft46.com).
Wasserfall kontrol mekanizması (Kaynak: luft46.com). Füzenin hedefe ulaşana kadar operatör tarafından yönlendirilmesi (MCLOS) son derece zor bir faaliyetti. Bu nedenle, füze operatörlerinin çok iyi bir eğitimden geçmesi gerekmekteydi.
Bir Wasserfall füzesinin kesit şeması (cutaway) (Kaynak: luft46.com). Wasserfall füzeleri, savaştan sonra, 1955 yılında Sovyetler Birliği’nde hizmete giren S-25 Berkut (NATO Rapor Adı: SA-1 Guild) hava savunma sistemlerinin tasarımı için kaynak olmuştur.
Rheintochter hava savunma sistemi. Çalışma prensibi Wasserfall ile aynı olan Rheintochter de, tıpkı Wasserfall gibi, 1957 yılında Sovyetler Birliği’nde geliştirilen S-75 Dvina (NATO Rapor Adı: SA-2 Guideline) hava savunma sistemlerinin tasarımı için önemli bir basamak olmuştur.

Almanların Wasserfall ve Rheintochter projeleri her ne kadar dünyada bir ilkin öncüsü olsalar da ne Wasserfall ne de Rheintochter cephede kullanılamamış, iki hava savunma sistemi de hizmete giremeden Almanya 8 Mayıs 1945'te (Moskova saat dilimine göre 9 Mayıs’ta) Sovyetler Birliği’ne kayıtsız şartsız teslim olmuş ve Avrupa’da savaş sona ermiştir. Günümüzde, Almanya’nın teslim olduğu gün (9 Mayıs) Rusya ve diğer Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde “Zafer Günü”(День Победы — Den’ Pobedi) olarak kutlanmaktadır.

Biraz da müzik: Sovyetler Birliği’nde Zafer Günü için bestelenmiş olan marş “Den’ Pobedi” (День Победы), ünlü Sovyet şarkıcı Lev Leshchenko’nun yorumu ile.
Tarihin ilk Kızıl Meydan Zafer Günü askeri geçidi. 24 Haziran 1945.

SOĞUK SAVAŞ YILLARI (1945–1991)

2. Dünya Savaşı’nın bitişi, Müttefik ülkeler için sadece savaşta kazanılan bir savaş olmakla kalmamış, aynı zamanda bilim ve teknolojide de kazanılan bir “zafer” olmuştur. Savaş ve soykırım suçlarına karışan pek çok Alman asker, diplomat ve bilim insanı Nüremberg Mahkemeleri’nde yargılanıp önemli bir kısmı idam edilirken savaş suçlarına karıştığı tespit edilmeyen veya edilemeyen bazı Alman bilim insanları ve onların projeleri de Müttefik ülkeler tarafından adeta paylaşılmıştır. Hatta savaş ve soykırım suçlarına bulaştığı bilinen ancak müttefikler açısından stratejik öneme sahip bazı Alman bilim insanlarının ABD’ye getirilebilmesi için savaştan sonra yapılan detaylı sicil kontrolü sırasında, suç unsuru sayılabilecek kanıtların Amerikan istihbarat birimleri tarafından evraklardan silinerek aslında Nüremberg’de yargılanması gereken bu kişilerin kasıtlı olarak aklandığı da bilinmektedir (bkz. Paperclip Harekatı ve OSOAVIAKHIM Operasyonu).

Müttefik ülkelerin yaptığı bu büyük çaplı teknoloji transferi sırasında taşınan Alman teknolojilerinden Wasserfall ve Rheintochter hava savunma sistemleri de, yeni nesil Sovyet, İngiliz ve Amerikan hava savunma sistemleri için önemli birer teknik referans kaynağı olmuştur.

Sovyetler Birliği’nde, başmühendisliğini Semyon Lavochkin, Vladimir P. Gorbunov ve Mikhail Gudkov’un yaptığı 301 numaralı Lavochkin Tasarım Bürosu (OKB-301 NPO Lavochkin) tarafından 1950 yılında geliştirilen ve 1955 yılında Sovyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı PVO (Protivovozhduchniye Voysk Oboronii — Hava Savunma Kuvvetleri) biriminde hizmete giren S-25 Berkut (NATO Rapor Adı: SA-1 Guild) hava savunma sistemine ait füzeler, Kızıl Meydan’daki 9 Mayıs zafer geçidi sırasında ZIL-157 taşıyıcı kamyonlar (transporter) üzerindeyken. S-25'lerin geliştirilmesinde, önemli ölçüde Almanya’dan getirilen Wasserfall ve Rheintochter sistemlerinin payı olmuştur (soldaki fotoğraf için kaynak: fas.org. Sağdaki fotoğraf için kaynak: ausairpower.net).
S-25 hava savunma sistemlerinin asıl amacı, olası bir sıcak çatışmada Amerikan Boeing B-29 Superfortress uzun menzil bombardıman uçaklarıyla yapılacak hava bombardımanlarına karşı stratejik öneme sahip Sovyet şehirlerini korumaktı (Soldaki fotoğraf için kaynak: The National WWII Museum. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
“Hava Savunma” kavramının uygulamalarının en uç örneklerinden biri Sovyetler Birliği Hava Savunma Kuvvetleri’dir. Kısaca PVO (Protivovozhduchniye Voysk Oboronii — Hava Savunma Kuvvetleri) olarak bilinen Sovyetler Birliği Hava Savunma Kuvvetleri; barış zamanında ülke hava sahasının korunması ve denetlenmesinden, savaş zamanı ise bu göreve ilave olarak hava kuvvetleri’ne destek olmaktan ve hava kuvvetlerinin yokluğunda düşman hava unsurlarıyla mücadele etmekten sorumluydu. Bu sebeple PVO’nun resmi olmayan mottosu, “Сами не летаем — другим не дадим” (“Sami ne letaem — Drugim ne dadim” — Biz uçamazsak hiç kimseyi uçurmayız)’dir. Sovyet hava savunma sistemleri ve bu sistemlere ilave olarak Su-9, Su-15, Tu-28/128, MiG-23, MiG-25, Su-27 ve MiG-31 gibi hava önleme uçakları ve Beriev A-50 Mainstay gibi AWACS uçakları da PVO’nun komutasında bulunur. Ayrıca, daha önce hava kuvvetlerinde uçan bazı uçaklar da sonradan PVO bünyesine alınabilir. Yukarıdaki resimde, üst düzey PVO personeli tarafından takılan bir rozet (badge) görülmektedir (Fotoğraf için kaynak: sovietmilitarystuff.com).
Atışa hazır bir S-25 füze bataryası. S-25'lerin fırlatıcılarının geliştirilmesinde özellikle Wasserfall sisteminin füze fırlatıcılarının tasarımı referans alınmıştır (Fotoğraf için kaynak: simhq.com).
S-25'lere ait bir füze fırlatma rampası (Kaynak: ausairpower.net).

2. Dünya Savaşı yıllarında Almanlar füze sistemlerinde radyo güdüm teknolojisi ve manuel operatör kontrolü (MCLOS) tekniği kullanırken aynı yıllarda İngiltere’de ve ABD’de radar teknolojisinin ilk örneklerinin geliştirilmeye başlaması, müttefik ülkeleri radyo güdüm (TV Guidance) teknolojisine alternatif olarak radar güdümü (Radar Guidance) üzerinde çalışmaya itmiştir. Bu sebeple, savaştan sonra ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen yeni hava savunma sistemi füze tasarımlarında her ne kadar Wasserfall ve Rheintochter referans alınsa da güdüm teknolojisi olarak radyo (TV) güdümü terk edilip radar güdümü tercih edilmiştir. Böylece füzeler hedefe gönderilen ve hedeften yansıyan radar dalgalarını takip ederek hedefe ulaşma prensibine göre çalıştığından dolayı sürekli operatör kontrolü, yani operatörün füzeyi sürekli hedefe yönlendirme zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Bu durum, hava savunma sistemlerinde görevli operatörlerin iş yükünü önemli ölçüde azaltarak daha isabetli atışlara olanak sağlamıştır.

S-25 Berkut hava savunma sistemi, dünyanın ilk operasyonel hava savunma sistemi olarak kabul edilir. Tasarım olarak Wasserfall hava savunma sistemlerinden miras alan S-25, 2 radar sisteminden oluşur. Bu radar sistemlerinden ilki olan ve VNIIRT (Tüm Rusya Radyo Mühendislik Bilimsel Araştırma Enstitüsü/Всероссийский НИИ Радиотехники) tarafından tasarlanan E/F-Band R-113 (A-100)“Kama” radarı, 300 kilometreye kadar hedef tespiti yapabilmektedir. R-113 Kama radarları, sistemin diğer radarı olan ve hedef takip ve angajman (saldırı) radarı olan E/F-Band B-200 (Amerikan istihbaratı tarafından belirlenen ismiyle “Yo-Yo” radarı) radarı için destek sağlar.

R-113 (A-100) “Kama” radarı (Kaynak: allworldwars.com).

B-200 “Yo-Yo” radarları, kendilerine özgün üçgensel yüzeyleriyle ayırt edilebilirler. B-200'ler A-11 ve A-12 olmak üzere birbirine paralel iki antenden oluşur. Birinci anten hedefi takip ederken (track), diğer anten ise füzenin hedefe ulaşması için güdüm linki sağlar (guidance link). Bir anten azimut (ufuksal, yatay) tarama, diğer anten ise dikey (elevation) tarama gerçekleştirir.

S-25 hava savunma sistemlerinde kullanılan B-200 “Yo-Yo” angajman radarı. B-200, üçgensel biçimiyle ve çift antenli yapısıyla rahatlıkla ayırt edilebilmektedir.

S-25 hava savunma sistemlerini Wasserfall’dan ayıran en büyük özellik, füzenin kendi bünyesinde otopilot ve radar sistemine (güdüm bilgisayarına) sahip olması ve atıldıktan sonra füzenin hedefine otomatik olarak yönelebilmesidir. Ancak bu özelliğine alternatif olarak Wasserfall’daki gibi bir “manuel kontrol” (MCLOS) sistemi de mevcuttur.

S-25 hava savunma sistemleri, 1955'ten 1982 yılına kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başkenti Moskova’nın hava savunması amacıyla birincil hava savunma sistemi olarak kullanılmıştır. Asıl amacı olası bir sıcak savaş durumunda NATO güçlerine ait uzun menzil bombardıman ve keşif uçaklarını önlemek olan S-25 hava savunma sistemleri 1982 yılında yerini, daha gelişmiş olan S-300P hava savunma sistemlerine bırakmıştır.

1957 tarihli NIE 11–5–57 “Soviet Capabilities and Probable Programs in the Guided Missile Field” adlı CIA raporunda yer alan Moskova çevresindeki Sovyet S-25 bataryaları. Rapordaki batarya konumları, CIA tarafından Lockheed U-2 uçakları ile çekilen keşif fotoğraflarına dayanılarak yapılan tahminlerle oluşturulmuştur. Raporun gizliliği 1991 yılında kaldırılarak rapor, CIA arşivlerinde kamuoyuyla paylaşılmıştır (Kaynak: Wikimedia Commons).
NIE 11–5–57 CIA tahmin raporunun hazırlandığı yıllarda S-25 bataryalarının gerçek konumlarının Google Earth üzerinde gösterimi (Kaynak: ausairpower.net). Dış çemberde 34, iç çemberde ise 22 batarya bulunmaktadır. Dış çemberdeki bataryaların bir diğer görevi de, radarlarıyla tespit ettikleri ancak önleyemedikleri hedefler henüz iç çembere ulaşmadan yakınlardaki hava üslerini alarm durumuna geçirerek savaş uçaklarının havalanmasını sağlamaktır.

S-25 hava savunma sistemlerinin sabit konumlu olması, onun kullanımını kısıtlamaktadır. Bu nedenle Sovyetler Birliği Hava Savunma Kuvvetleri (PVO), S-25'lerle aynı teknik kapasitede ancak mobilize bir hava savunma sistemine ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç sonucunda da S-75 Dvina (NATO Rapor Adı: SA-2 Guideline) hava savunma sistemleri ortaya çıkmıştır. S-75'lerin pek çok ülkeye ihraç edilmesine ve günümüzde 17 farklı ülke tarafından halen aktif olarak kullanılmasına karşın S-25'ler Kuzey Kore dışında hiçbir ülkeye ihraç edilmemiştir ve aktif olarak sadece Sovyet hava sahasının korunmasında kullanılmıştır. Günümüzde S-25'ler Rus Hava Kuvvetleri’nde mevcut modern hava savunma sistemlerinin personelinin eğitimi ve tatbikatlar için “Strizh” (S-25M) hedef dronu olarak kullanılmaktadır.

S-75 Dvina (NATO Rapor Adı: SA-2 Guideline) hava savunma sistemleri, S-25 Berkut hava savunma sistemlerinin mobilize edilmiş versiyonudur (Fotoğraf için kaynak: Youtube/WeaponDedective).

S-25 sistemlerinin mobilite eksikliği sebebiyle Raspletin KB-1 (Günümüzdeki adı NPO Almaz), Grushin MKB Fakel ve OKB-301 Lavochkin tasarım büroları tarafından ortak geliştirilen S-75 “Dvina” hava savunma sistemlerinin S-25'lere kıyasla en büyük avantajı, sistem bileşenlerinin taşıyıcı araçlar (özel amaçlı kamyonlar ve çekiciler) vasıtasıyla gerek görülen veya ihtiyaç duyulan yerlere taşınabilmesidir. Bu avantaj Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri (PVO)’ne daha kapsamlı ve etkili hava savunma faaliyetleri gerçekleştirmesi için imkan sağlamaktadır.

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ABD öncülüğündeki Batı Bloğu (NATO) ile Sovyetler Birliği öncülüğündeki Doğu Bloğu (Varşova Paktı) arasında başlayan hızlı silahlanma yarışı, her iki tarafı da karşılıklı olarak silah üretmeye ve askeri harcamalara daha fazla kaynak ayırmaya zorlamaktaydı. Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin savaştan sonra Doğu Avrupa’yı ve Balkanlar’ı bütünüyle etki alanı altına alması, ABD‘nin henüz kendi ideolojik etki alanı içinde bulunan Batı Avrupa’yı olası bir sıcak savaşta Sovyet saldırılarına karşı savunabilmek için uzun menzilli silah sistemleri geliştirmeye itmiştir. Bu sebeple 1950'li yıllarda ABD’nin geliştirdiği Boeing B-47 Stratojet ve B-52 Stratofortress gibi yeni nesil uzun menzilli stratejik bombardıman uçakları ve Kore Savaşı’nda yaşanan tecrübeler sonucunda Sovyetler Birliği, olası bir sıcak çatışmada etki alanı altındaki şehirleri ve stratejik öneme sahip askeri ve sivil tesisleri korumak için daha pratik ve etkili hava savunma sistemleri arayışına girmiştir. S-75 sistemleri de, tam olarak böyle bir arayışın sonucudur.

Boeing B-47 Stratojet, 1950'li yıllarda geliştirilen ve ardından hizmete giren B-52'ler ile birlikte uzun yıllar boyunca Amerikan Hava Kuvvetleri Stratejik Hava Komutanlığı’nın (Strategic Air Command — SAC) temel saldırı gücünü oluşturmuştur. Stratojet’ler 1977 yılında yerlerini tamamen B-52'lere bırakmış ve ABD Hava Kuvvetleri envanterinden çıkarılarak emekliye ayrılmıştır (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia).
1955 yılında hizmete giren Boeing B-52 Stratofortress, günümüzde halen ABD Hava Kuvvetleri’nin uzun menzil stratejik hava gücünü oluşturmaktadır (Soldaki fotoğraf için kaynak: Forbes. Sağdaki fotoğraf için kaynak: istenci.com).

bir S-75 hava savunma sistemi bataryası; füze taşıyıcısı/doldurucusu (Transportno-Zaryazhayuzhaya Mashina — missile transloader), füze fırlatma istasyonu (Puskovaya Ustanovka — missile launch station), SNR-75 (NATO Rapor Adı: Fan Song) tarama/angajman (tracking/engagement) radarı, P-12 (NATO Rapor Adı: Spoon Rest) arama (search) radarı ve özel amaçlı kamyonlardan oluşan komuta istasyonu (Kabıni Upravleniya — command cabins/stations), jeneratör ve batarya komunikasyon sistemlerinin bulunduğu bir adet özel amaçlı kamyon olmak üzere toplamda 7 farklı üniteden oluşur. Bütün bu üniteler mobilizedir, istenildiği takdirde bir noktadan başka bir noktaya taşınabilir ve her bir ünite, isabet aldığında çıkan yangının ve patlamaların diğer ünitelere zarar vermemesi için özel olarak kazılmış toprak siperlerin içinde, belirli bir layoutta ve birbirlerinden yaklaşık 20–30 metre uzaklıklarda bulunur.

CIA tarafından oluşturulan tipik bir S-75 bataryası layout çizimi (Kaynak: ausairpower.net).
S-75 sistemine ait bir SM-90 tipi fırlatıcı (launcher) ve üzerindeki D1 füzesi (Kaynak: ausairpower.net).
S-72 sistemlerine ait tipik bir füze kesit çizimi. Kesit alanı verilen füze 1D (Ракета 1Д) tipi füzeye aittir (Fotoğraf için kaynak: historynet.com).
S-75 sistemine ait 1D füzesi (Kaynak: Korovin, 2003:40). ZRK (ЗРК), Rusça’da “Uçaksavar Füze Kompleksi” (Zenitno-Raketniy Kompleks)’nin kısaltmasıdır.
SNR-75 (NATO Rapor Adı: Fan Song) G-Band angajman radarı (Kaynak: ausairpower.net).
P-12 (NATO Rapor Adı: Spoon Rest / GRAU Index Kodu: 1RL14) VHF arama (search) radarı (Kaynak: radartutorial.eu).
Farklı Fan Song radar tipleri.
S-75 sistemine ait batarya komuta istasyonları (Kaynak: ausairpower.net).
S-75 sistemine ait ZIL-157 füze taşıyıcısı (Fotoğraflar için kaynak: Truck Encyclopedia).
Soldaki fotoğrafta, Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri’ne ait ZIL-157 füze taşıyıcıları D1 füzeleri ile birlikte Moskova Kızıl Meydan’daki 9 Mayıs Zafer Günü askeri geçit töreninde görülmektedir. Ortadaki fotoğrafta bulunan füze taşıyıcılar ise Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne (Doğu Almanya) aittir. Sağdaki fotoğrafta ise Mısır ordusuna ait bir ZIL-157 füze taşıyıcıdan boş bir SM-90 fırlatıcıya füze yüklemesi yapılmaktadır (Fotoğraflar için kaynak: Truck Encyclopedia). S-75 hava savunma sistemleri, dünyanın en çok ihraç edilen hava savunma sistemlerinden biridir.

2. Dünya Savaşı, özellikle Pasifik Cephesi’nde uçak gemilerinin yaygın olarak kullanılması sebebiyle donanma havacılığının önemli bir güç çarpanı olduğunun anlaşıldığı bir savaş olmuştur. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanan savaş gemilerinde, yüksek irtifada uçan hedefleri de vurabilecek sistemlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaçtan yola çıkılarak Sovyet Donanması için S-75 sistemlerinin donanma versiyonu olan M-2 Volkhov-M (NATO Rapor Adı: SA-N-2 Guideline) hava savunma sistemi geliştirilerek Sovyet donanmasında hizmet veren Project 68bis (Sverdlov Sınıfı) kruvazörlere entegre edilmiştir.

Sovyet donanması için S-75 sistemlerinde kullanılan D1 füzelerinden geliştirilen ve M-2 Volkhov-M sistemlerinde kullanılan 13DM füzesi (Kaynak: Korovin, 2003:130).
M-2 Volkhov-M hava savunma sistemi fırlatıcısı ve 13DM füzeleri (Soldaki fotoğraf için kaynak: Twitter/@Ninja998998. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Korovin, 2003:133).
Project 68bis Sovyet kruvazörü “Dzerzhinskiy”, 2 adet 152 mm B-38 top silahı bulunduran Mk5-bis kıç top taretinin arkasındaki M-2 Volkhov-M hava savunma sistemi füze fırlatıcısı ile birlikte.
M-2 Volkhov-M sistemi ve sisteme ait füzelerin gemi kesiti üzerinde yerleşimini gösteren çizim (Kaynak: armedconflicts.com).

S-75 hava savunma sistemleri, yakın tarihte pek çok önemli olaylarda kullanılmıştır. Sistemin ilk operasyonel başarısı, 7 Ekim 1959'da Çin Halk Cumhuriyeti envanterindeki Sovyet yapımı bir S-75 hava savunma sisteminin Tayvan Hava Kuvvetleri’ne ait 5643 kuyruk numaralı bir Martin RB-57D Canberra yüksek irtifa keşif uçağını 3 füze salvosu ile vurmasıyla gerçekleşmiştir. Uçağın pilotu Yüzbaşı Ying-Chin Wang bu saldırıda hayatını kaybetmiştir. Ancak o dönemde S-75 sistemlerinin varlığı henüz gizli tutulduğu için Wang’ın uçağını Çin Halk Cumhuriyeti Hava Kuvvetleri’ne ait bir avcı uçağının düşürdüğü açıklanmıştır.

Martin RB-57D Canberra, Tayvan Hava Kuvvetleri renkleri ile (Kaynak: Let let let-Warplanes).

S-75 füzelerinin varlığının ilk kez bütün dünya tarafından öğrenilmesi ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait bir Lockheed U-2 tipi yüksek irtifa keşif uçağının Sovyet Hava Sahası üzerinde düşürülmesi ile gerçekleşmiştir. Tarihe “U-2 Krizi” olarak geçen bu olayda, 1 Mayıs 1960 tarihinde Pakistan’ın Peşaver şehrinden havalanan CIA hizmetindeki bir Lockheed U-2 tipi Amerikan casus uçağı, Sverdlovsk (günümüzdeki adıyla Yekaterinburg) şehri yakınlarında Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri’ne ait bir S-75 bataryasından fırlatılan 3 füzenin ilki ile düşürülmüştür. Normalde, CIA tarafından bu görev için seçilen pilotlara, vurulmaları halinde, uçağın içine yerleştirilmiş bir patlayıcıyı kokpitteki bir buton vasıtasıyla ateşleyerek uçağı yere düşmeden imha etmeleri gerektiği ve eğer sağ kurtulup paraşütle atlarlarsa yerde Sovyet askerlerinin eline geçmeden önce, yanlarında bulunan modifiyeli gümüş madeni para içine gizlenmiş saxitoksin iğnesi ile kendilerini zehirleyerek intihar etmeleri söylenmiştir. Ancak düşürülen U-2'nin pilotu Francis Gary Powers fırlatma koltuğu ile uçağı terk etmiş, panikle uçağı terk ederken de uyması gereken prosedürleri atlayarak uçağı imha etmeyi unutmuştur. Paraşütle yere indiğinde de intihar etmemiş veya edememiş, yakınlarda yaşayan köylüler tarafından bulunarak Sovyet askerlerine teslim edilmiştir. Diğer iki füzeden biri de, o sırada gökyüzünde bulunan ve U-2'yi önlemek üzere görevlendirilen Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri’ne ait bir MiG-19'a isabet etmiştir. MiG-19'un pilotu Sergey Safronov uçağı fırlatma koltuğuyla terk etmiş, ancak aldığı yaralar sebebiyle yere indikten sonra hayatını kaybetmiştir.

Lockheed U-2 yüksek irtifa keşif uçağı (soldaki fotoğraf) ve düşürülen U-2 uçağının pilotu Francis Gary Powers (sağdaki fotoğraf) (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia). U-2 uçakları Amerikalı pilotlar arasında “Dragon Lady” adıyla anılmaktadır.
U-2'yi önlemek üzere gönderilen ve S-75 hava savunma sisteminden atılan füzeler ile yanlışlıkla vurularak düşürülen Mikoyan MiG-19 (NATO Rapor Adı: Farmer) ve bu saldırıda hayatını kaybeden Sovyet pilot Sergey Safronov (Soldaki fotoğraf için kaynak: The Aviation Geek Club. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia). Füze ile doğrudan isabet alan Safronov’un MiG-19'u, 1 Mayıs törenleri dolayısıyla IFF sistemi (dost-düşman tayin sistemi) devre dışı olduğundan U-2'yi önleme görevi sırasında, aynı U-2'ye angaje olan S-75 sisteminin radar operatörleri tarafından düşman uçağı sanılarak vurulmuştur.
Sergey Safronov’un hayatını kaybetmesinin 50. yıldönümü anısına Safronov’un adı, 1 Mayıs 2010'da Rus Hava Kuvvetleri’ne ait bir Mikoyan MiG-31 (NATO Rapor Adı: Foxhound) hava önleme uçağına verilmiştir (Kaynak: web.archive.org/Vladimirskiy Kray).
U-2'yi düşüren S-75 bataryasının personeli (Kaynak: Wikipedia).
“The Central Intelligence Agency and Overhead Reconnaissance; The U-2 And Oxcart Programs, 1954–1974” adlı CIA raporunda yer alan Grand Slam operasyonunda Powers’in takip edeceği rota. Powers’in, Peşaver’den havalanıp Tyuratam (Baykonur), Çelyabinsk, Kyshtym, Sverdlovsk, Plasetsk, Severodvinsk ve Murmansk şehirlerindeki stratejik füze üslerini, nükleer santralleri, kimyasal ve biyolojik silah üretim tesislerini, askeri test sahalarını, askeri limanları, hava üslerini, tersaneleri ve diğer stratejik askeri tesisleri fotoğrafladıktan sonra Norveç’in Bodø şehrine inmesi bekleniyordu. Raporun gizliliği, 25 Haziran 2013 tarihinde kaldırılmıştır (Kaynak: Wikipedia).

Düşürülen U-2 uçağı, CIA tarafından Baykonur ve Plasetsk Kozmodromu çevresindeki Sovyet Kıtalararası Balistik Füze (ICBM) üslerini fotoğraflamak için görevlendirilmişti. “Grand Slam” adı verilen ve tamamen gizli olan bu operasyon, U-2 uçağının düşürülmesi ile deşifre olmuştur. Ayrıca, uçağın enkazının düştükten sonra fazla bozulmamış olması ve çekilen hava keşif fotoğraflarının Sovyet yetkililerin eline geçmesi hem Amerikalıların bu keşif uçuşundaki asıl amacı ortaya çıkarmış, hem de Sovyet mühendisler için gizli bir Amerikan casus uçağı üzerinde teknik inceleme ve tersine mühendislik imkanı sağlamıştır.

Olaydan sonra uçağın kaybolduğunu anlayan yetkililer, “Sovyet toprakları üzerinde uçan bir Amerikan casus uçağının” açıkça saldırganlık olduğunu bildikleri için olayın üstünü kapatmak amacıyla, “kaybolan” U-2 uçağının “NASA’ya ait bir meteoroloji uçağı” olduğunu içeren “NASA planı”nı uygulamaya geçirmiştir. Bu kapsamda NASA, Türkiye’nin kuzeyinde bir uçağının kaybolduğuna dair detaylı bir basın toplantısı vermiştir. Bu iddiayı desteklemek içinse bir adet U-2 uçağını NASA renklerine boyayarak fotoğrafını çekip basına servis etmişlerdir. Pilotun ise oksijen eksikliğinden bilincinin kaybolduğunu ve bilinci kapanmadan önce telsizle yardım mesajı gönderdiğini iddia etmişlerdir.

Olayın üstünü kapatmak için NASA renklerine boyanan U-2 uçağının fotoğrafı (Kaynak: Wikipedia).

Bu sırada Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ise bütün iddiaları sabırla seyretmektedir. Amacı, Amerikan tarafının yalanlarını pekiştirmesini bekledikten sonra U-2'nin enkazını, pilotun ellerinde olduğu gerçeğini ve uçağın Sovyet hava sahasında asıl bulunma sebebini tüm dünyayla paylaşarak ABD’yi ve Eisenhower hükümetini uluslarası diplomasi ortamında zor durumda bırakmaktır. Bunun için Kruşçev, Eisenhower’a bir politik tuzak kurmaya karar verir. Sovyet yetkililer, Amerikalıların NASA yalanını duyduktan sonra ilk olarak uçağın enkazının ellerinde olduğuna dair bilgiyi açıklarlar ancak pilotun durumu ile ilgili herhangi bir bilgi vermezler. Bu açıklama üzerine Amerikalılar uçağın otopilotta olduğunu, pilotun bilincinin kapandıktan sonra uçağın Sovyet hava sahasına girdiğini ve orada düştüğünü açıklarlar. Ancak bu detaylı yalanda kritik bir eksik vardır, o da Amerikalıların, operasyon için seçilen pilotlara CIA’in brifinglerde öğrettiği gibi, Powers’in esir düşmeden önce ya intihar ettiğini ya da uçaktan atlayamadan öldüğünü sanmalarıdır. Amerikalılar, pilotun yaşadığına ihtimal vermemektedir.

7 Mayıs’ta Kruşçev, bir basın toplantısında şu açıklamayı yapar:

“Size bir sır vermek zorundayım: İlk basın açıklamamda, pilotun yaşadığına ve sağlıklı olduğuna dair hiçbir bilgi paylaşmadım… Şimdi, Amerikalıların ne kadar aptalca yalanlar söylediklerine bir bakın.”

Kruşçev, bu açıklamasıyla aslında, en başından U-2 uçuşlarına Amerikalı pilotların katılmasının çok büyük risk olduğunu düşünüp operasyon tehlikeye düştüğünde faaliyetlerin reddedilebilir olması açısından operasyona İngiliz pilotların katılması gerektiğini savunan Eisenhower’dan çok, Grand Slam operasyonunun ve 1953 İran darbesinin, 1954 Guatemala darbesinin; beyin yıkama, işkence, hipnoz, sözlü ve fiziksel taciz, tecavüz ve yasadışı narkotik kimyasalların sorgu tekniklerinde kullanımı üzerine illegal ve etik dışı insan deneylerini içeren MKUltra programının ve ayrıca Doğu Bloku’na yönelik diğer pek çok etik dışı gizli operasyonun da arkasındaki isim olan dönemin CIA direktörü Allen Dulles’i hedef almıştır. Nitekim, Eisenhower’dan sonra iktidara gelen John F. Kennedy’nin Dulles’i görevden almasındaki sebeplerden biri de, Domuzlar Körfezi Çıkarması ile birlikte U-2 fiyaskosu olmuştur.

1968 yılında Heinz Warneke tarafından yapılan ve Langley, Virginia’daki CIA Merkez Karargahında yer alan Allen Dulles rölyefi (Kaynak: CIA).

Gary Powers, Sovyetler Birliği’nde casusluktan yargılanıp 3 yıl hapis ve 7 yıl ağır çalışma cezası almıştır. Ancak U-2 krizinden daha önce, 1957'de, ABD’de Birleşik Krallık doğumlu bir KGB casusu olan Rudolf Abel FBI tarafından yakalanmıştır ve Kruşçev’in Powers ile işi bittikten sonra Sovyet yetkililer; Abel’e karşılık Powers’ı takas etmeye karar verirler. Bunun üzerine Powers, Doğu ile Batı Almanya sınırındaki Glienicke Köprüsü’nün üzerinde Abel ile takas edilir. Bu takas sonrasında Powers ülkesine döndüğünde, hayatta kaldığı ve bu sebeple ABD’yi zor durumda bıraktığı için pek hoş karşılanmamıştır. Hayatının geri kalanını Los Angeles’te KNBC televizyon kanalı için helikopter pilotluğu yaparak geçirmiş ve 1977 yılında bir helikopter kazasında ölmüştür. Abel ise Sovyetler Birliği’ne döndükten sonra aktif saha görevlerinden çekilerek KGB birinci direktörlük tarafından, okullarda gençlere istihbarat eğitimi vermesi ve deneyimlerini anlatması için görevlendirilmiştir. Abel, 15 Kasım 1971'de akciğer kanserinden ölmüştür.

1990 yılına ait 5 Kopeyka’lık bir Sovyet posta pulunun üzerinde fotoğrafı bulunan Sovyet casusu Rudolf Abel.
U-2 krizi ve ardından Abel ile Powers’in takası, 2015 yılında Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı “Casuslar Köprüsü” (Bridge of Spies) filmiyle beyaz perdeye uyarlanmıştır.

U-2 krizi sonucunda gerginleşen Amerikan-Sovyet diplomatik ilişkileri , ABD’nin 1959'da Türkiye’de İzmir yakınlarına yerleştirdiği nükleer savaş başlıklı Jüpiter balistik füzeleri ve ABD’nin Küba’daki Fidel Castro yönetimini devirme girişimleri, Sovyetler Birliği ile Küba’nın yakınlaşmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği, 1962 yılında Küba’ya silah ve nükleer savaş başlıklı balistik füzeler göndermiş ve askeri üsler kurmaya başlamıştır (Anadyr Operasyonu). Küba’ya gönderilen silahların arasında S-75 hava savunma sistemleri de vardır.

ABD donanmasının ablukası altındaki Küba karasularında; Sovyetler Birliği’nin Karadeniz Denizcilik Şirketi’ne (Black Sea Shipping Company — BLASCO) ait, güvertesi füze ile yüklü bir Project 567 “Leninskiy Komsomol” sınıfı genel maksat kargo gemisi, ABD donanması’na ait bir destroyer refakatinde Küba’ya doğru seyir halindeyken (Soldaki fotoğraf için kaynak: Youtube/@NauticalPappyStu. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Reddit). Leninskiy Komsomol sınıfı kargo gemlileri; hız, manevra kabiliyeti, yüksek fribord tasarımı ve yüksek taşıma kapasitesi sayesinde hem transatlantik deniz seferleri hem de askeri lojistik faaliyetleri için son derece elverişli gemilerdi. Leninskiy Komsomol sınıfı kargo gemileri, Soğuk Savaş boyunca Küba, Mısır, Suriye, Çin, Endonezya, Vietnam, Libya, Kuzey Kore ve Hindistan gibi pek çok ülkeye tonlarca silah, makine, yedek parça ve hammadde taşımıştır.
Sovyet genel maksat kargo gemisi Poltava’nın 15 Eylül 1962'de Küba’ya askeri kargo taşırken çekilen ve Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından brifing materyali olarak kullanılan fotoğrafı (Kaynak: The George Washington University National Security Archive). Küba Füze Krizi sırasında Sovyet kargo gemileriyle Küba’ya taşınan askeri yükler; resmi kayıtlara “tarım makineleri” olarak girilmiştir. Hassas askeri ekipmanlar ise, özel tasarlanmış olan ve üzerlerinde “Tractor-Export” veya “Agroexport” yazan konteynerlerde taşınmıştır. Sovyet kargo gemisi SS Leninskiy Komsomol’da görev yapan Nikolay Gonçarov’un kayıtlarına göre bu yükler İstanbul Boğazı’ndan geçirilirken, rutin denetim sırasında Türk gümrük memurlarına kasalar dolusu havyar ve konyak verilerek memurların gemiye çıkmaları engellenmiş, böylece İstanbul Boğazı’ndaki gümrük denetimleri atlatılmıştır. Küba karasularında abluka için görev yapan Amerikan savaş gemilerinin personeli ise, bu gemilerde silah taşındığını bilmektedir. Ancak gemilere olası bir NATO/Amerikan silahlı müdahalesi Sovyetler tarafından açıkça bir savaş sebebi sayılacağından Amerikalılar bu yük gemilerine asla müdahale edememiş; yalnızca refakat etmekle, keşif fotoğrafları çekmekle ve deniz karakol uçaklarıyla alçak irtifadan taciz uçuşları yapmakla yetinmişlerdir. Yine de, Amerikalıların veya başka bir NATO ülkesinin denetim veya müdahale amaçlı gemiye çıkma olasılığına karşı bütün Sovyet kargo gemilerinde mürettebat, operasyon boyunca yataklarının altında birer otomatik tüfek bulundurmuştur.
Soldaki resimde, Leninskiy Komsomol sınıfı SS Metallurg Anosov gemisi Küba’dayken. Sağdaki fotoğtafta ise Metallurg Anosov gemisi, Küba’ya seyir halindeyken Amerikan donanmasına ait bir Lockheed P-2 Neptune deniz karakol ve keşif uçağı tarafından alçak irtifa (low-pass) uçuş ile taciz edilirken (Fotoğraflar için kaynak: Wikipedia). Yine Nikolay Gonçarov’un kayıtlarına göre Leninskiy Komsomol’u taciz eden keşif uçaklarından birisi, dikey dalış manevrası sırasında geminin çok yakınından geçerken kontrolden çıkmış ve Leninskiy Komsomol’un mürettebatının gözleri önünde okyanusa düşmüştür.
Küba’da yüklerini indiren Sovyet kargo gemilerini gösteren Amerikan hava keşif fotoğrafı (Kaynak: History Channel). Fotoğrafın sol üst köşesinde, gemilerden henüz indirilmiş Sovyet orta menzil balistik füzeleri görülmektedir.
Küba’da La Coloma’da bulunan bir S-75 bataryasının bir Amerikan U-2 casus uçağı tarafından 29 Ağustos 1962 tarihinde çekilen hava keşif fotoğrafı (Kaynak: The George Washington University National Security Archive).
29 Ağustos 1962 tarihinde U-2'ler tarafından çekilen yüksek çözünürlüklü başka bir yüksek irtifa keşif fotoğrafında Küba’daki bir S-75 bataryasının “6 köşeli yıldız” (Davut yıldızı) pattern’li layout’u (Kaynak: The George Washington University National Security Archive). Davut yıldızı pattern, S-75 bataryalarında yaygın olarak kullanılan bir yerleşim şekliydi.
CIA tarafından hazırlanan ve Küba’da Sovyet hava savunma sistemlerinin (SAM) konuşlandığı yerleri gösteren harita (Kaynak: Wikipedia).
Sovyetler Birliği’nin Küba’ya nükleer başlıklı balistik füzelerini yerleştirmesine ve askeri yığınak yapmasına sebep olan Amerikan PGM-19 Jupiter nükleer başlıklı orta menzil balistik füzeleri. Neredeyse hiçbir Batı Avrupa ülkesinin kendi topraklarında Sovyetler’i kışkırtacak herhangi bir Amerikan nükleer silahı istememesinin bir sonucu olarak İzmir Çığlı’da konuşlanmış olan Jupiter füzeleri sadece Sovyetler’in Küba’ya kendi füzelerini yerleştirmesine sebep olmamış, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın sıcak çatışmaya dönmesi durumunda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi gereği tarafsızlığını bozmaması gereken Türkiye’yi taraf yaparak olası bir Sovyet işgali ve belki daha da ötesi; Türk topraklarında, Hiroşima gibi etkisi yıllarca ve nesiller boyu sürecek bir Sovyet nükleer saldırısı için Türkiye’yi açık ve öncelikli bir hedef haline getirmiştir (Soldaki fotoğraf için kaynak: The George Washington University National Security Archive. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Youtube/@ColoradoGeorge). Küba Füze Krizi sırasında Türkiye’de bulunan PGM-19 Jupiter füzeleri, Türkiye için adeta “ne zaman elimizde ‘patlayacağı’ belli olmayan birer saatli bomba” olmuştur. Jupiter füzelerinin konuşlandırılması ve bunun meydana getirdiği hayati riskler karşılığında ise Türkiye, ABD’den MIM-14 Nike Hercules hava savunma sistemleri almıştır. Türk halkının ise, füzeler kaldırılana kadar Türkiye’deki Jupiter füzelerinin varlığından dahi haberi olmamıştır.
Küba Füze Krizi sırasında yaşanan jeopolitik durum (Kaynak: nuclearban.us). Dönemin ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Küba’ya askeri müdahale şartlarından biri, Küba’dan ABD topraklarına ve vatandaşlarına herhangi bir saldırı gerçekleştirilmesiydi. Aynı şart, Sovyetler Birliği için Türkiye ve Türkiye‘deki ABD askeri varlığı için de geçerliydi.
Jupiter füzelerinin konuşlandırılması karşılığında Türkiye’nin ABD’den aldığı MIM-14 Nike Hercules hava savunma sistemleri. Nike Hercules füzeleri, Sovyetler Birliği’nde geliştirilen S-25 ve S-75 füzelerine cevap niteliğindedir. Bu sistemler, Türkiye’nin o dönemde yaşadığı yüksek irtifa hava savunması eksikliğine çözüm olmuştur. Soğuk Savaş sırasında çeşitli modernizasyonlara uğrayarak günümüze kadar ulaşmış, hatta ABD tarafından yapılan modernizasyonlarla Türk Nike Hercules’larına nükleer savaş başlığı taşıyabilme kabiliyeti de kazandırılmıştır. Türkiye günümüzde, dünya üzerindeki son 2 Nike Hercules kullanıcısı ülkeden biridir. Nike Hercules sistemi, zaman geçtikçe eskimesine ve modern muharebe ortamlarının gereksinimlerini yeterince karşılayamamasına rağmen; Türkiye’nin dışarıdan hava savunma sistemi tedarik etmekte sorunlar yaşaması ve yerli savunma sanayisinin o yıllarda yüksek irtifa hava savunma sistemi geliştirmek konusunda yetersiz kalması sebebiyle 2000'li yıllardan sonra da kullanımına devam edilmiştir. Hercules sistemleri; ağırlıklı olarak Türkiye’nin Marmara, Ege ve Akdeniz hava sahalarını korumak üzere kullanılmışlardır. Günümüzde ise Nike Hercules sistemleri, kademeli olarak yerlerini Rusya Federasyonu’ndan alınan S-400 Triumpf (NATO Rapor Adı: SA-21 Growler) ve ROKETSAN, ASELSAN VE TÜBİTAK SAGE tarafından yerli imkanlarla üretilen orta irtifa HİSAR O+ ve yüksek irtifa SİPER (Eski adıyla HİSAR-U) hava savunma sistemlerine bırakmaktadır. Soldaki fotoğraflarda, Muğla’nın Marmaris ilçesinde konuşlandırılmış olan 5. Nike Filo Komutanlığı’na ait Nike Hercules füzeleri görülmektedir. Sağdaki fotoğraf ise, yakın zamanda (tahminen 2015 yılı) Çanakkale’de aktif halde bulunan bir Nike Hercules füze bataryasına gerçekleştirilen bir okul gezisinde çekilmiştir (Fotoğraflar için kaynak: Defence Turkey).
Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir Nike Hercules bataryasında 2003 yılında yapılan bir tatbikata ait video (Kaynak: Youtube/@nurmakertan).

Kriz boyunca, ABD ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleştirilen diplomatik görüşmeler sonucunda ABD’nin Türkiye’deki Jupiter füzelerini çekmesine karşılık Sovyetler Birliği de Sovyet ordusuna ait füzeleri ve askeri unsurları Küba’dan çekmiştir. Ancak Küba Füze Krizi, hava savunma ihtiyacının sadece mavi gökyüzünün kapsadığı alanla sınırlı olmadığını, balistik füzelere karşı da ülkelerin hava sahalarındaki egemenliklerini korumaları gerektiğini göstermiştir. Özellikle hızla gelişen ve ülkelere atmosfer dışından nükleer, kimyasal veya biyolojik saldırı imkanı tanıyan “Kıtalararası Balistik Füze” (Intercontinental Ballistic Missile — ICBM) tehditine karşılık hem ABD hem de Sovyetler birliği, karşılıklı olarak balistik füzelere özgün hava savunma sistemleri geliştirmeye başlamışlardır. Bu çabaların sonucunda da “Anti-Balistik Füze” (Anti-Ballistic Missile — ABM) sistemleri ortaya çıkmıştır.

Nükleer silahların balistik füze teknolojisi ile birleşmesi sonucunda ülkelere, birbirlerini karşılıklı olarak birkaç saat, hatta dakikalar içerisinde haritadan silmelerine imkan tanıyan kıtalararası balistik füzelerin (ICBM) ve denizaltı balistik füzelerinin (SLBM) geliştirilmesi, ülkelerin olası düşman balistik füze saldırılarına karşı daha gelişmiş ve yüksek kapasiteli hava savunma sistemlerine ihtiyaç duymasını sağlamıştır. “Nükleer Caydırıcılık” (Nuclear Deterrence) veya “Nükleer Barış” (Nuclear Peace) olarak da bilinen ve Nükleer Triad’a (karada konuşlu balistik füzelerden, denizaltı balistik füzelerinden ve nükleer kapasiteli bombardıman uçaklarından oluşan üç çarpanlı (triad) nükleer güç) sahip ülkeler arasında dengenin bozulması durumunda her iki tarafın da tamamen kaybettiği bir Nash dengesi olan “Karşılıklı Kesin Yıkım” (Mutually Assured Destruction — MAD) stratejisi gereği nükleer güce sahip olan ülkelerin bir “güvenlik ikilemi” sonucu karşılıklı olarak nükleer silahlarının sayısını ve teknolojik gelişmişlik seviyesini artırması, Küba Füze Krizi gibi krizlerde yaşanabilecek ufak yanlış anlamaların bile küresel çapta ciddi bir nükleer savaşın çıkmasına neden olabileceğini göstermiştir. Soldaki fotoğraf, ABD Hava Kuvvetleri’ne ait bir Titan II kıtalararası balistik füze (ICBM) yeraltı silosuna aittir. Sağdaki fotoğraf ise, ABD balistik füze denizaltılarında kullanılan ve suyun altından ateşlenebilme kabiliyetine sahip olan Polaris SLBM’lerine ait bir test atışından çekilmiştir (Soldaki fotoğraf için kaynak: US Department of Defence. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
Olası bir nükleer savaşta Doğu Bloku ülkelerine karşı kullanılmak üzere geliştirilen ABD yapımı W62 Mk-12 nükleer savaş başlıkları (soldaki fotoğraf), W78 nükleer savaş başlıkları (ortadaki fotoğraf) ve W87 nükleer savaş başlıkları (sağdaki fotoğraf). “Re-entry Vehicle” (RV) olarak da bilinen nükleer savaş başlıklarından W62 Mk-12 Minuteman, W62 Mk.13 Titan-II ve W62 Mk-14 Titan-I ve Atlas kıtalararası balistik füzeleri için geliştirilmiştir. W-78'ler ise 1974'te geliştirilmeye başlanmış ve LGM-30G Minuteman-III füzelerindeki eskiyen W62 savaş başlıklarının yerini alması planlanmıştır. W87'ler ise LGM-118A Peacekeeper füzelerinde kullanılmak üzere 1982 yılında geliştirilmiştir. Peacekeeper füzelerinin kullanımdan kalkmasıyla W87'ler, Minuteman füzelerinde kullanılan W78'lerin yerini almaya başlamıştır. Her bir füzede 2, 4 veya 6 adet bulunan W62 savaş başlıklarının her biri 170 KT, W87'lerin ise her biri 300–475 KT patlayıcı tahrip gücüne (blast yield) sahiptir. Kıyaslama için söylemek gerekirse, Hiroşima’ya atılan Little Boy atom bombasının patlayıcı tahrip gücü yalnızca 15 KT’dur (KT=Kiloton).
Sovyetler Birliği’nde OKB-1 NII-88 (Günümüzdeki adıyla “RKK Energiya”) tasarım bürosu tarafından geliştirilen R-9 Desna (NATO Rapor Adı: SS-8 Sasin) kıtalararası balistik füzesi (Soldaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia. Sağdaki fotoğraf için kaynak: missilery.info).
Atom çağının başlamasıyla birlikte nükleer silahların kolay üretilebilir, erişilebilir ve kullanışlı hale gelmesi sebebiyle devletler, olası bir nükleer saldırı altında sivil kayıpları minimize edebilmek ve devlet varlığını sürdürebilmek için sivil savunmaya büyük önem vermişlerdir. Hava savunması ile birlikte bir ülkenin resmen ve fiilen varoluşunu sağlayan bir araç olan sivil savunma; Soğuk Savaş boyunca pek çok ülkede ilk, orta ve lise eğitim müfredatının temel unsurlarından biri olmuştur. Yukarıda, olası bir NATO nükleer saldırısına karşı Sovyetler Birliği’nde kamu dairelerinde ve okullarda duvarlara asılarak veya kitapçık haline getirilerek halkı bilgilendirmek amacıyla hazırlanan ve Soğuk Savaş süresince gündelik hayatın birer parçası haline gelen sivil savunma posterleri görülmektedir (Fotoğraflar için kaynak: Fine Art America).

Kıtalar arası balistik füzelerin geliştirilmesi ile Soğuk Savaş boyunca pek çok ülke tarafından çeşitli model ve versiyonlarda Anti Balistik Füze Sistemleri geliştirilmiştir. En bilinen Anti-Balistik Füze Sistemlerinden biri, Sovyet yapımı A-35 (NATO Rapor Adı: ABM-1 Galosh) Anti-Balistik Füze Sistemleridir.

Amerikan balistik füzelerine karşı Moskova şehrini korumak üzere geliştirilen A-35 Anti-Balistik Füze Sistemine ait nükleer savaş başlıklı A-350 (NATO Rapor Adı: ABM-1 Galosh / GRAU Indeks Kodu: 5V61) füzelerini taşıyan MAZ-537V taşıyıcı kamyon (transloader) (Soldaki fotoğraf için kaynak: Reddit. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
Sovyetler Birliği’ne ait A-35 Anti-Balistik Füze Sistemi’nin bir parçası olan Dunay-3 (NATO Rapor Adı: Dog House) radar alıcı anten kompleksinin 1967 yılında ABD’ye ait KH-7 casus uydusundan çekilmiş keşif fotoğrafı (Kaynak: Wikipedia). 3 adet inşa edilmiş olan Dunay radarlarının görevi, olası bir nükleer savaş durumunda Moskova’ya fırlatılan Amerikan balistik füzelerini tespit etmekti. 3 radardan 2'si Rusya’nın Kubinka (Dunay-3M) ve Chekhov (Dunay-3U) şehirlerinde inşa edilmişken diğer 3. radar ise Kazakistan’ın (o zamanki adıyla Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin) Sary Shagan şehrinde (1957'den 1964'e kadar Dunay-2, 1968–1973 arası Dunay-3UP) inşa edilmiştir.
Kubinka, Rusya’da bulunan ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra kapatılıp kaderine terk edilen Dunay 3M radarına ait binanın günümüzde harabe haldeki fotoğrafı (Kaynak: Wikipedia).

A-35 sistemlerinin geliştirildiği dönemde, ABD de olası bir Sovyet nükleer saldırısına karşı Amerikan topraklarını korumak amacıyla Anti-Balistik Füze sistemleri geliştirilmiştir. Bu sistemlerden en bilineni Nike Zeus ABM sistemidir.

White Sands Test Sahası’nda Nike Zeus ABM sistemine ait bir test atışı (Kaynak: Wikipedia). Nike Zeus, tasarım itibariyle Nike Hercules hava savunma sistemlerine ait füze tasarımı temel alınarak geliştirilmiştir.
Redstone Arsenal’da Nike Zeus projesinin geliştirildiği proje ofisi (Kaynak: Wikipedia).
Nike Zeus A füzelerinde kullanılan 25 Kilotonluk W31 nükleer savaş başlığı, teknik bakım sırasında (Kaynak: Wikipedia). Aynı savaş başlıkları, ABD ordusunda hizmet veren MGR-1 Honest John kısa menzil balistik füzelerinde de kullanılmıştır (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).

Kıtalararası balistik füzelerin varlığı; savaş kavramını atmosferin dışına, uzay ortamına taşımıştır. Bu durum, 1983 yılında ABD’de Ronald Reagan hükümeti tarafından başlatılan ve ulusal çapta bir “katmanlı hava savunması” (Nation-wide Layered Air Defence) olarak da ifade edilebilen; kod adı “Yıldız Savaşları” (Star Wars) projesi olan “Stratejik Savunma İnisiyatifi”nin (Strategic Defence Initiative — SDI) kurulmasına sebep olmuştur. Ortaya çıktığı andan itibaren Sovyetler Birliği’nin yoğun diplomatik tepkilerine sebep olan SDI, ABD-SSCB arasında gerçekleşen diplomatik görüşmelerde Amerikan tarafının elini güçlendiren önemli bir koz olmuştur. Özellikle Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nde Soğuk Savaş’ın tansiyonunu düşürmek üzere gerçekleştirilen Glasnost (Şeffaflık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılanma) reformları ile stratejik nükleer silahların karşılıklı azaltılmasına yönelik SALT ve START antlaşmaları karşılığında Gorbaçov Reagan’dan SDI’ın kaldırılmasını talep etmiş, ancak başta Reykjavik zirvesi olmak üzere ABD-SSCB arasındaki diplomatik görüşmelerin tamamında SDI Reagan’ın “kırmızı çizgisi” olarak kalmış ve ABD Savunma Bakanlığı bünyesinde varlığını korumuştur.

Yıldız Savaşları (Star Wars) projesi olarak da bilinen Stratejik Savunma İnisiyatifi (SDI), dönemin ABD başkanı Ronald Reagan’ın diplomatik arenada Sovyetler Birliği’ne karşı kullandığı en büyük diplomatik kozlardan biri olması sebebiyle Amerikan tarafının kırmızı çizgisini oluşturmaktaydı. ABD, Sovyet tarafının ısrarlı diplomatik girişimlerine rağmen SSCB ile gerçekleştirdiği diplomatik görüşmelerin hiçbirinde SDI’dan geri adım atmamıştır (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia). SDI, 1993 yılında isim değiştirerek ilk olarak “Ballistic Missile Defense Organization” (BMDO) adını almıştır. 2002'de ise yeniden isim değişikliğine uğrayarak günümüzde “Missile Defense Agency” (MDA) adıyla varlığını devam ettirmektedir.
11–12 Ekim 1986'da İzlanda’nın Reykjavik şehrinde gerçekleştirilen Reykjavik Zirvesi; Soğuk Savaş’ın halihazırdaki yüksek tansiyonunu düşüren önemli bir diplomatik adım olmasının yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin ABD’den “SDI’ın kaldırılması” talebini yinelediği görüşmelerden biridir. Nitekim bütün yinelemelere ve diplomatik hamlelere rağmen Reykjavik zirvesinde de Reagan, SDI’dan geri adım atmamıştır (Soldaki fotoğraf için kaynak: Britannica. Ortadaki fotoğraf için kaynak: Iceland Monitor. Sağdaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
SDI, kurulduğu dönemde sadece Doğu Blokundan değil; Batı Blokundan da pek çok grubun tepki odağında olmuştur. SDI bileşenlerinin teknik olarak önlenmesi zor niteliğinin ABD’ye diğer ülkeler üzerinde “mutlak hakimiyet” sağlama riskine karşı pek çok ülkede SDI karşıtı protestolar gerçekleştirilmiştir. Yukarıda, 1986'da Kassel, Batı Almanya’da Alman Komünist Partisi’nin gençlik kolu olan SDAJ (Sosyalist Alman İşçi Gençliği) tarafından yazılan “Yıldız Savaşları’na hayır! SDI’ı durdurun! SDAJ” (Keinen Krieg der Sterne! Stoppt SDI! SDAJ) yazılı bir duvar yazısı görülmektedir (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
SDI kapsamında suya indirilen ve ABD’nin okyanus ötesi hava savunma/hedef tespit ve izleme katmanını oluşturan bir Ticonderoga sınıfı güdümlü füze kruvazörü USS Lake Champlain (Kaynak: Wikipedia). Ticonderoga sınıfı kruvazörler, 1983'ten beri SDI’ın ve genel olarak ABD katmanlı hava savunma konseptinin temel bileşenlerinden birini oluşturmaktadır ve halen ABD donanmasında aktif olarak kullanılmaktadır.
Ticonderoga sınıfı güdümlü füze kruvazörlerinin kademeli olarak yerini alması amacıyla suya indirilen Arleigh Burke sınıfı güdümlü füze muhripleri, Ticonderoga sınıfı savaş gemilerine kıyasla operasyonel maliyetlerinin düşük olması ile ön plana çıkmaktadır (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia). Arleigh Burke sınıfı muhripler, günümüzde Ticonderoga sınıfı kruvazörler ile ABD donanmasının temel yapıtaşlarından birini oluşturmasının yanı sıra, bulundurduğu AEGIS Balistik Füze Savunma Sistemi sayesinde günümüzde her türlü kısa/orta/uzun menzil veya kıtalararası füzelere karşı MDA’nın ana bileşenlerinden biri olarak görev yapmaktadır.
AEGIS Balistik Füze Savunma Sistemi’nin bir parçası olan ve Ticonderoga sınıfı ile Arleigh Burke sınıfı savaş gemilerinde halen aktif olarak kullanılan Raytheon RIM-161 Standart Missile 3 (SM-3) füzesi (Soldaki fotoğraf. Kaynak: Wikipedia), RIM-161 füzelerinin teknik evrimi (Ortadaki fotoğraf. Kaynak: Wikipedia) ve Ticonderoga sınıfı kruvazör USS Lake Erie SM-3 füzesi ateşlerken (Sağdaki fotoğraf. Kaynak: Breaking Defense).

Nitekim Sovyetler Birliği’nin yoğun diplomatik tepkilerine sebep olan SDI projesi, yalnızca bir füze savunma projesi değildir. Aynı zamanda, çoklu hedef türlerine karşı atmosfer dışından kullanılabilecek konvansiyonel olmayan silahları içeren (örneğin lazer silahları) konseptler barındıran geniş çaplı ve oldukça sofistike bir programdır. Bu nedenle, klasik askeri imkanlarla önlenmesi son derece zor olan SDI bileşenlerine karşı diplomatik yollardan başarı sağlayamayan Sovyetler Birliği, SDI’a karşı kendi eşdeğer savunma konseptlerini geliştirmeye başlamıştır.

SDI ile birlikte pek çok füze savunma konsepti geliştirilmiştir. Ancak, geliştirilen bu konseptlerin birçoğu hayata geçirilememiştir. Hayata geçirilemeyen konseptlerden biri de, 1984'te Sovyet uydularına, MIRV’lerine ve diğer uzay araçlarına karşı geliştirilen ve Zenith Star kod adıyla bilinen Kara-Uzay Tabanlı Hibrit Lazer Silah Sistemi konseptiydi (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
Diplomatik yollardan durdurulamayan SDI’ın savunma konseptlerine karşı Sovyetler Birliği tarafından karşı savunma sistemi konseptleri geliştirilmiştir. Bunlardan biri, Terra-3 lazer sistemidir. Adını günümüzde Kazakistan’da bulunan Sary Shagan anti-balistik füze test sahasındaki Terra test kompleksinden alan Terra-3 lazeri, ABD’nin SDI programına ait olan ve Sovyetler Birliği tarafından bir ulusal güvenlik tehdidi olarak görülen askeri uyduların yörüngeye yerleştirilmesi durumunda bu uyduları devre dışı bırakmak üzere tasarlanmıştır (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
Sary Shagan’da geliştirilen lazer test projeleri sonucunda ilk kez hava hedeflerine karşı operasyonel bir lazer sistemi geliştirilmiştir. Beriev tasarım bürosu tarafından bir Ilyushin IL-76MD askeri nakliye uçağı modifiye edilerek geliştirilen Beriev A-60 uçağı, burun kısmındaki 1 MW gücündeki lazer sistemi sayesinde Amerikan balistik füzelerine ve SDI’a ait uydulara karşı Sovyet hava savunmasının önemli bir unsuru olmuştur (Kaynak: oko-planet.su). ABD ve diğer Batı ülkelerinin istihbarat teşkilatları tarafından projenin detaylarının anlaşılmaması için geliştirme aşamasında A-60 uçağı Aeroflot Sovyet Havayolları renklerine boyanarak uçağın bir sivil yolcu uçağıymış gibi görünmesi sağlanmıştır.
Beriev A-60 projesi, 1991'de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Soğuk Savaş’ın resmen bitişinden sonra da geliştirilmeye devam etmiştir. 2003 yılında Almaz-Antey, Beriev ve Khimpromavtomatika firmalarının ortaklaşa yürüttüğü bir proje ile A-60 uçaklarına yeni Sokol-Eshelon lazer sistemi (GRAU index kodu: 1LK222) geliştirilmeye başlanmıştır. Sistem ilk olarak Khimpromavtomatika firmasının 2005 yılı yıllık raporunda ve daha sonra Almaz-Antey’in 2006 yılı raporu ile Radiofizika’nın 2009 yılı raporunda, uçaklar için geliştirilen yeni bir “radar sistemi” olarak duyurulmuştur. Sokol-Eshelon sistemlerinin temel amacı, düşman uydu ve füzelerini yok etmektense güdüm/tespit/navigasyon sistemlerine ait sensörleri körleştirerek düşman füzelerini veya uydularını etkisiz hale getirmektir. Sistem, ilk olarak 2009 yılında Japon uydusu AJISAI üzerinde başarılı bir şekilde denenmiştir. Test sırasında düşük kuvvetli bir lazer ışını gönderilerek uydu üzerindeki yansıması izlenmiş ve uyduya herhangi bir zarar verilmemiştir. Beriev A-60 uçakları, Sokol-Eshelon lazer sistemleri ile günümüzde Rus Hava Kuvvetleri’nde aktif hizmettedir (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
SSCB’nin A-60 hamlesine karşılık ABD de SDI kapsamında geliştirilen konseptlerden ve araştırmalardan elde edilen verilerle kendi lazer sistemini geliştirmiştir. Boeing NKC-135A uçağına monte edilerek 1980'li yıllarda testlerine başlanan ALTB (Airborne Laser Testbed) projesi, daha sonra geliştirilecek olan Boeing YAL-1 lazer sisteminin başlangıcı olmuştur (Soldaki fotoğraf için kaynak: Wikipedia. Sağdaki kaynak için fotoğraf: primeportal.net).
Körfez savaşı sırasında Irak ordusunun SCUD tehdidine karşı ciddi bir hava savunma ihtiyacı hisseden ABD, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle askıya aldığı ALTB projesini yeniden geliştirmeye başlamıştır. Daha önce Boeing NKC-135A uçağında gerçekleştirilen lazer testleri, bu defa bir Boeing 747–400F kargo uçağı modifiye edilerek gerçekleştirilmiş ve ortaya çıkan uçak ve sistem “Boeing YAL-1 Airborne Laser Testbed” olarak isimlendirilmiştir (Kaynak: minutemanmissile.com).

MODERN HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİ (1991-GÜNÜMÜZ) VE HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİNE KARŞI GELİŞTİRİLEN TEKNOLOJİLER

Günümüzde hava muharebeleri genellikle çok yüksek irtifalarda ve görsel temas kurulmadan önce (Beyond Visual Range — BVR) gerçekleştirilmektedir. Bu sebeple radar sistemlerinin hedef tespit ve takip yeteneği, tamamen radar ve elektronik güdümleme teknolojilerinin merkezde olduğu muharebe ortamında hayati önem taşımaktadır. Öte yandan, lazer teknolojisi ile isabet ve imha yeteneği artırılan hava savunma sistemi konseptlerinde de önemli ilerlemeler kat edilmiştir. Ayrıca, günümüzde hava savunma konseptlerinin önemli bileşenleri olan erken uyarı ve kontrol sistemlerine karşı özel olarak geliştirilen sistemler ve doğrudan hava savunma sistemlerini hedef alan “Anti-Radyasyon Füzeleri” (Anti-Radiation Missiles — ARM) de modern hava savunma doktrinlerinin temelini oluşturmaktadır.

Radar teknolojisinin hava savunma sistemleri ile birlikte kullanıldığı ilk yıllardan itibaren ortaya çıkan Anti-Radyasyon füzeleri, temelde gemisavar füzeleri (Anti-Ship Missiles — ASM) ile benzer çalışma prensiplerine sahiptir. Hava savunma sistemlerine ait radarların hedefi takip etmek için çevreye yaydığı elektromanyetik dalgaları takip etme (“Pasif Radar” prensibi) üzerine kurulu olan Anti-Radyasyon füzeleri, bu dalgaları takip ederek düşman hava savunma sistemlerine ait radarları bulmayı ve imha etmeyi amaçlamaktadır. Radar sistemi imha edilmiş olan bataryadaki füze lançırları tek başına atış veya hedefe kilitlenme yapamamakta ve imha edilmeseler bile radar sistemi yokluğunda devre dışı kalmaktadır. Bu sebeple bir hava savunma sisteminin imha edilebilmesi için yalnızca sisteme ait radar istasyonunun/istasyonlarının devre dışı bırakılması yeterlidir. Anti-Radyasyon füzeleri, bu amaçla kullanılmaktadır.

Hava savunma sistemlerine karşı geliştirilen bir Anti-Radyasyon Füzesi olan Sovyet yapımı Kh-31 (NATO Rapor Adı: AS-17 Krypton) füzesi. 3.5 Mach hıza çıkabilme kabiliyetine sahip olan Kh-31 füzeleri, aynı zamanda gemisavar füzesi (Anti-Ship Missile — ASM) olarak da kullanılabilmektedir (Kaynak: TurDef).
ABD tarafından ilk kez S-75 sistemlerine karşı geliştirilmiş olan AGM-45 Shrike anti-radyasyon füzesi. A-4 Skyhawk, Kfir (Fransız Dassault Mirage 5 uçaklarının İsrail tarafından yerli olarak üretilen versiyonu), F-4 Phantom ve F-16 Fighting Falcon gibi savaş uçakları ile birlikte kullanılabilen AGM-45 Shrike, Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterinde de bulunmaktadır (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia). Anti-radyasyon füzeleri temelde pasif radar prensibine göre çalıştığı için sadece hava savunma sistemi radarlarına değil, uygun spektrumdaki elektromanyetik dalgaları yayan her türlü sisteme karşı da kullanılabilmektedir. Bu sebeple, Arap-İsrail savaşları sırasında İsrail hava savunma sistemlerini imha etmek amacıyla uçan SEAD (Supression of Enemy Air Defences) uçaklarına karşı İsrail, AGM-45 Shrike sistemlerini M4 Sherman tanklarının şasesi üzerine monte ederek Kilshon sistemini geliştirmiştir. Daha sonra AGM-78 Standart ARM füzelerinin envantere alınması ile birlikte aynı konsepte sahip yeni bir sistem geliştirilmesi öngörülmüş olsa da Sherman tanklarının envanterden çıkarılması ile birlikte proje rafa kalkmıştır.
Kilshon sistemi (Fotoğraf için kaynak: Israeli-Weapons)
AGM-78 Standard füzesi taşıyan ABD hava kuvvetlerine ait bir F-105G kalkış yaparken. Kuzey Vietnam, 1971 (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
ABD tarafından geliştirilen ve Körfez Savaşı ile Irak’ın işgali (2003) sırasında Irak ordusunun kullandığı hava savunma sistemlerine karşı yoğun şekilde kullanılan AGM-88 HARM (High-Speed Anti Radiation Missile). HARM füzeleri ABD Senatosu tarafından kabul edilen Ukrayna’ya askeri yardım paketlerinin içinde bulunmaktadır ve Ukrayna’ya tedarik edilen HARM füzeleri Ukrayna Hava Kuvvetleri’ne ait modifiye edilmiş Sovyet yapımı MiG-29 (NATO Rapor Adı: Fulcrum) uçakları ile Rus hava savunma sistemlerine karşı kullanılmaktadır (Fotoğraf için kaynak: trmilitarynews). Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterinde de AGM-88 HARM füzeleri bulunmaktadır.
Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Ukrayna Hava Kuvvetleri’ne ait bir Sovyet yapımı MiG-29 Fulcrum savaş uçağı, Rus hava savunma sistemlerine karşı ABD yapımı AGM-88 HARM füzesi ateşlerken (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
BAe Dynamics tarafından üretilen İngiliz yapımı ALARM (Air Launched Anti-Radiation Missile) füzeleri de modern anti-radyasyon füzelerine örnek verilebilir.
Anti-radyasyon füzelerinin kullanılabilmesi için düsman hava savunma sistemine ait radardan yayılan elektromanyetik dalgaları tespit edebilecek bir sisteme ihtiyaç vardır. Bu sebeple, SEAD (Supression of Enemy Air Defences — Düşman Hava Savunmasının Bastırılması) görevlerine gönderilecek uçaklara ARM füzelerinin yanısıra bir adet ELINT (ELectronic INTelligence — Elektronik İstihbarat) podu da yerleştirilir. Fotoğrafta, Rus yapımı ARM füzeleri için kullanılan L-080 Fantasmagoria-A ELINT podu görülmektedir (Fotoğraf için kaynak).

Radar sistemlerinin modern hava savunma konseptinde kritik rol oynaması sebebiyle modern hava savunma sistemleri de eski sistemlerin yerini hızla almaktadır. Pek çok ülke de yeni hava savunma sistemi geliştirmek yerine elinde bulunan ve halen teknolojik olarak kullanılabilir niteliğe sahip sistemleri geliştirip modern muharebe ortamının gereklerini yerine getirebilecek şekilde modernize ederek kullanmaya devam etmektedir. Bu duruma en güzel örnek, ABD ve pek çok NATO ülkesi tarafından halen aktif olarak kullanılan MIM-104 Patriot hava savunma sistemleridir. Patriot hava savunma sistemleri, balistik füzelere karşı de koruma kabiliyetinin bulunması sayesinde THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) sistemleri ile birlikte günümüzde ABD ve NATO hava savunma konseptinin temel bileşenini oluşturmaktadır.

Alman Hava Kuvvetleri’ne (Luftwaffe) ait bir MIM-104 Patriot füze lançırı (Fotoğraf için kaynak: Wikipedia).
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Silahlı Kuvvetleri’ne ait bir THAAD sistemi. THAAD, 2022 yılında BAE’nin başkenti Abu Dhabi’ye Husi militanları tarafından yapılan İHA ve balistik füze saldırısında ilk kez operasyonel olarak kullanılmıştır (Kaynak: C Savunma).
THAAD sisteminin çalışma prensibi (Kaynak: Army.mil).

Pek çok ülke ise eski sistemleri geliştirmektense sıfırdan, modern hava savunma sistemleri geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu ülkelerden biri olan Rusya, günümüzde S-400 “Triumpf” (NATO Rapor Adı: SA-21 Growler) ve S-500 “Prometheus”/55R6M “Triumfator-M” hava savunma sistemleri ile bu alanda ön plana çıkmayı başarmıştır. Rus yapımı S-400 hava savunma sistemleri, günümüzde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde de bulunmaktadır. Hem S-400 hem de S-500 hava savunma sistemleri balistik füzelere karşı da koruma sağlayabilmektedir. Ayrıca S-500'lerin hipersonik tehditlere ve uzay araçlarına karşı da etkin bir şekilde kullanıldığı kanıtlanmıştır. S-500'lerin S-400'ler ile A-235 Anti-Balistik Füze Sistemine destek olarak kullanılması amaçlanmakta ve halen geliştirilmekte olan S-550 hava savunma sistemleri ile birlikte Rusya Federasyonu ulusal hava savunma ağının bir parçası olarak hizmete girmesi planlanmaktadır.

S-500 hava savunma sistemine ait lançır (Fotoğraf için kaynak: TASS).

Sonuç olarak, hava savunma konsepti tarih boyunca çeşitli değişikliklere uğramıştır ve geleceğin savaş meydanlarında hava üstünlüğünün daima stratejik bir güç çarpanı olacağı göz önünde bulundurulduğunda, hava üstünlüğünde belirleyici unsur olarak hava savunma kabiliyetinin de ön plana çıkması kaçınılmazdır. Bu sebeple hava savunma konsepti bir bütün olarak ele alınmalı ve gerek hava-hava gerekse kara-hava teknolojileri ile birlikte geliştirilen doktrinler modern orduların stratejilerini ve taktiklerini belirlemelidir.

Hava savunma sistemleri konsept itibariyle “savunma silahı” (defensive weapon) olarak değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmenin temel sebebi, hava savunma sistemlerini oluşturan bileşenlerin herhangi bir “saldırı” gücünün bulunmamasıdır. Temel amacının, çalışma prensiplerinin ve geliştirilme sebebinin “savunma” olduğu göz önünde bulundurulduğunda hava savunma teknolojilerinin herhangi bir “saldırı” kapasitesinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ancak hava hedeflerine karşı “savunma” amacıyla üretilen S-300 ve S-400 gibi hava savunma sistemlerinin Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Ukrayna ordusuna ait askeri kara hedeflerine karşı kullanıldığı ve kara hedeflerine karşı kullanıldığında doğası gereği isabet oranı düşen bu sistemlere ait füzelerin yanlışlıkla sivil yerleşim yerlerine düşerek sivil kayıplara sebep olduğu rapor edilmiştir.

--

--

UĞUR YILMAZ

Havacılık ve savunma sanayi alanlarında kendini geliştiren meraklı bir Endüstri Mühendisi.